tezer özlü

0 /
josef k
edebiyatımızın kırık kalpli prensesi.yazmış olduğu yaşamın ucuna yolcuk adlı kitabında,intiharın ucunu gösterir,yolculuğa çıkar,sonuç:pavese’nin mezarlığı olur.çok sever kendileri pavese’yi;öyleki onun gibi bir otel odasında intiharı düşler,odasını dolaşır.bir kadının da yazabileceğini ataerkil türk okuyucusuna göstermiştir.hüznün bu kadar yakışacağı bir yüz başka kimde olabilirki?
nys
"o susarken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken. sanki bunalımı bile rahatlatıcı. o varken ya da yokken. teninin bu denli güzelliği sonsuz durgunluktan kaynaklanıyor ve bana bu sonsuz yeryüzünden, yaşamdan ve ölümden daha da sonsuz geliyor. işte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. diğer ilişkileri nasılsa ben sahneliyorum."
emma the gold one
’’aranızda dolaşmak için çalışıyorum. istediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. içgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. evlerinizle. okullarınızla. işyerlerinizle. özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. aç kalmayı denedim, serum verdiniz. delirdim, kafama elektrik verdiniz. hiç aile olmayacak insanla biraraya geldim, gene aile olduk. ben bütün bunların dışındayım...’’

demişti.
poe
genç yaşta göçüp gitmeseydi daha pek çok hisli esere imza atardı bu güzel kadın. kitaplarını yky yayımlıyor.
firambogaz
1943’te doğdu. 1986’da yaşamını yitirdi. yaşarken yayınladığı üç "farklı" kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu. avusturya kız lisesi’nde okudu. ilk kitabı olan eski bahçe’de 1963’ten beri dergilerde yayınlanan öyküleri yer alır. ilk romanı çocukluğun soğuk geceleri, kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da "yaşamasına izin verilmek istenmeyen" farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde işledi. yaşamın anlamını arayan ve bu arayışı hayranlık duyduğu üç yazarın (svevo, kafka ve pavese) izlerini ve izleklerini de sürerek sürdüren ikinci roman/anlatısını "auf den spuren eines selbstmords" (bir intiharın izinde) adıyla yazdı. kitap 1983 marburg yazın ödülü’nü kazandı. bu kitap, daha sonra dilimizde, yazarı tarafından "yaşamın ucuna yolculuk" adıyla çevrildi. ölümünün ardından, ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada "eski bahçe-eski sevgi" adıyla basıldı. gergedan dergisi 13. sayısında yazarın adına özel bir "fotobiyografi" yayınladı. kimi günce ve anlatı parçaları ise "kalanlar" adlı küçük bir kitapçıkta toplandı. kalanlar’daki metinlerin birçoğu almanca yazılmış ve sezer duru tarafından türkçe’ye çevrilmiştir.
eserleri

öykü:
eski bahçe (1978)
eski bahçe - eski sevgi (ilk öykülere eklenenlerle birlikte 1987)

roman:
çocukluğun soğuk geceleri (1980)
auf den spuren eines selbstmords (bir intiharın izinde 1983)
yaşamın ucuna yolculuk (1984)

günce ve anlati:
kalanlar (1990)

senaryo:
zaman dışı yaşam (2000)
sipsi
’bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. inemiyorum, yaşayamıyorum, ölemiyorum..’
sipsi
’yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. evlerinizle. okullarınızla. iş yerlerinizle. özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. aç kalmayı denedim, serum verdiniz. delirdim, kafama elektrik verdiniz. hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. ben bütün bunların dışındayım. şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.’

ve bir de şu var:


’her anı ölüdür. şimdi sen de bir anısın. sen de ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.
başka hiçbir şey..

şimdi sen bir anısın. tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. hiçbir sevginin ardından gidemem. sevgi inandırıcı değildir. düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. ne denli düşünülürse, o denli büyür. o denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. gerçekleştirilemez. soyutlaşır. ve hiçbir zaman bitmez. yaşam gibi. ölüm gibi..’
isyankarmuhabir
intihar etmenin bukadar yakışacağı başka bir insan tanımıyorum. ancak kendisi bekleneni yapmamış intihar ederek ölmemiştir. bu satırların yazarı gibi manik depresif bir insansanız tezer özlü okurken ruh halinize dikkat ederek okuyun. yada okuyun gitsin, birde (bkz: janis joplin) dinleyin birde kırmızı şarap açın yanına.
nys
işte öylesi bir yaşam önümüzden geçip gidiyor.sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. o, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. bir başka kentte,bir başka ülkede. herkes bir başka kentte. herkes başka bir dili konuşuyor ya da anlamaya çalışıyor. aynı dili konuşan iki kişi yok. her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde. doyum içinde ayrılacağını sandığın bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılmayacaksın. hiç yaşanmamış gibi.
cibidicibidiyuzenbalik
sevgili tezer;
sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış olan o görüntüden kurtulamıyorum. üstünden on yıllar geçmiş. ankara’dayım henüz. edepsizcesine gencim. hayat, sanki her köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... birkaç kişiyiz. önden giriyorum. salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın. nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. sonrası hep izini sürmek oldu. pavese’nin izini sürdüğün gibi.
sen zürih’e giderken yazışmaya karar vermiştik. belki bir kitap yaparız sonra, demiştin. ama olmadı. notlarından birinde diyorsun ki, “özlem duygusu bende giderek ölüyor. ancak çok sık gördüğümü ya da ölenleri özlüyorum. ardından ‘kalanlar’ adıyla basılan kitabında en yoğun şiddetle hissettiğim cümlelerinden biri bu oldu. sana yazamadım. sen de yazmadın. işte ben seni şimdi çok özlüyorum.
seni özledikçe unutuyorum. gün günden sisler içinde yitip gidiyorsun. bellek yitimi gibi. seni unutuyorum. yazdıkların, senden bağımsız metinlere dönüşüyor. o an korkuyla fark ediyorum, onları yazan insanı hiç tanımamışım gibi merak ettiğimi. yazdıklarını yeniden okurken, onları yazan yazarı, insanı, kadını, tanımadığım o kişiyi kafamda kurarken yakaladığım oluyor kendimi. sarışın, ince bir kadın kuruyorum. yine güzel, yine şaşırtıcı boğuk bir sesle kesik kesik konuşup sigaralar içen bir kadın. kendimi yakaladığım zaman senin yazdıklarına ne kadar benzediğini düşünüyorum.
seni hatırlamak, gitmek gibi bir şey. belki hep ‘gitmek’i yazdığın için. can yakıcı.
bir yanıyla da yük atar gibi, ama her şeyi terk ederken dahi durmadan dönüp ardına bakan insanların gidişi gibi. bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi.
‘çocukluğun soğuk geceleri’nde, ‘pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep” yazan, çoktan gitti.
“bir ana ve babadan olma değilim... doğumum bile bir kökünden kopma idi. köklerimi hiç aramadım. içerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” diyordun notlarında.
şimdi şu dünyayla barışmışların çağsamayla andığı o korkunç sıkıntıyı, o orta sınıf cehennemini, kendine hiç acımadan, bir tek sen yazdın. kuşağının, sınıfının, bütün güdük oyunların mızıkçısıydın.
çocukluğunun geçtiği yerlerde gezindim birkaç kez. çelebi apartmanı’nı aradım. o yangın mahallelerini aradım. saat kulesinin önündeki alandan kalkan otobüslere bakıp seyahat edenleri gıptayla seyreden, içinden ‘bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım’ diye geçiren o küçük kızı aradım durdum. o eski yangın mahalleleri bütün şehir gibi değişmişti. oysa o can sıkıntısı, o küçük kız çocuklarının üstüne basan hayat olduğu gibi sürüyordu.
öğretmenleri, doktorları, babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya seni acıttıkça yazdın. yazı, sana hep acı verdi. yazarken adeta fiziksel bir acı çektiğini anlatmıştın bana. yazıyı sorguladın. sözcükler sana hiçbir zaman yetmedi. ama onlardan başka sığınacak yerin yoktu.
seninle uzun uzun deliliği konuşmuştuk.
hep dünyanın kıyısından sarktın.
elektriğin sağaltıcı gücüne büyük inanç besleyen iktidara çarptın. yenilmedin. hep kendin oldun. sonuna dek kendini ‘buzda bir balık’ gibi hissettin. hep,
‘bağımsızlık, özgürlük, uyum sağlamak zorunda olmamak’dı özlemin. kısa yaşadın. hayatından olağanüstü bir güzellik kaldı geriye. şimdi sana ancak pavese için yazdıklarını tekrarlayabilirim: tezer özlü; “bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. seni ne denli seviyorum.
yildirim türker, 1 eylül 2008 pazartesi, radikal.
mouscronoise
"severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay ,söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte,yaşadığını ,dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek,güç gibi yalınç bir olgu değil ,var olmak gibi birşey " sözlerinin sahibi.
hilelideste
ece ayhan’ın deyişiyle: "o kanatları büyük, uçmayan bir albatrostu."
bi de, bi de, bi de; bu kadın bütün kitaplarıyla hayatımı mahvetmiştir!
emma the gold one
yazdığı cümleleri okurken gözleri dolar insanın ’’bu kadar mı hiç sahi her şey?’’ diye. 1986da öldüğünü düşünürsek birimizden birinin reenkarnesi olmamız kaçınılmaz. tabii yüksek ihtimalle benim o da neyse peh...

’’ ben bendim... zaman yaşanmış zamandı..bir kaç yaşanmış günde eklenmişti bu zamana.. kemerle bağlanmıştım.. acılarım vardı.. kendi kendimi kemere bağlı olarak iyileştirmek zorundaydım... ’’

şu cümleleri okuyunca ise yok canım ne reenkarnesi der insan içinden bir de ona ağlar. he unutmadan ebabil bir kuşsa saka daha kuştur. saka kuş olarak kalacaktır. kuştuk. kuştunuz. kuştular. kuşarlar.

sonuç olarak ben bendimse sevgili tezer, ben de bendim! sen ebabilsen ben sakayım; peşinden uçarım.
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol