confessions

bigcoder

- Admin -

  1. toplam entry 986
  2. takipçi 15
  3. puan 21561

11 haziran 2025 ümit özdağ'ın savunması

bigcoder
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” suçlamasıyla tutuklu bulunduğu davanın ilk duruşması bugün saat 10.30'da başladı. Savcı Özdağ'ın tutukluluğunun devamını isteyerek mütalaasında 1,5 yıldan 4 yıla kadar hapis istedi.

tutuklanmasının üzerinden geçen yaklaşık 5 ayın sonunda (143 gün) ilk defa hakim karşısına çıkan sayın Özdağ Savunmasında;

Bugün burada mahkemenizde sanık olarak bulunmam, 142 gün tek kişilik bir hücrede tutuklu olarak tutulduktan sonra mahkemenize getirilmem Anayasa ve yasalar ihlal edilerek, zor kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Anayasal ve yasal haklarım çiğnenerek mahkemenize getirildim.

Sayın Hâkim;

Yaşadığım bir başka yargılanma sürecini, mahkemenize anlatarak savunmama başlamak istiyorum. 1999 senesinde İzmir'den Prof. Dr. Ergun Aybars beni aradı, bana; “Bir emekli subay yanımda doktora tezi yazdı, konusu PKK ve ben PKK konusuna pek hakim değilim, jüriye girer misiniz?” dedi. Tezi bana yolladı, tezi inceledim. Güzel bir tezdi. Jüride tez kabul gördü. Hem hukukçu hem de asker olan tezin yazarına, ben bir düşünce kuruluşu kuruyorum diyerek Ankara'da benimle çalışması için davet ettim. ASAM'ı kurduktan sonra, ASAM bünyesinde bir yayın çıkardık ve yayının ilk kitabı olarak da bu kişinin tezini bastırdık. Kitabın yayınlanmasından takribi 1 ay sonra, bu tezin yazarını, PKK propagandası yaptığı iddiası ile DGM'den çağırdılar. Beni de bu kitabın yayıncısı olduğum için aynı iddia ile çağırdılar. Çağıran, dönemin tanınan çok güçlü savcılarından birisiydi. Tarafıma savcı tarafından sorulan soru şuydu; Bu kitabın üstünde neden PKK'ya ilişkin fotoğraf var? Ben de “Kanarya kitabı olsaydı kanarya fotoğrafı olurdu” diye cevap verdim ve ekledim; “Sayın savcım, siz de biz de PKK ile mücadele ediyoruz. Siz uygulamalı olarak biz de nazari olarak bu mücadeleyi veriyoruz”. Savcı bana, “PKK ile mücadele sizin işiniz değil” dedi ve ben de kendisine “Bunu söylemek sizin işiniz değil” diye cevap verdim.

Dönemin Yargıtay Başsavcısından randevu alarak yanına gittim, sayın savcım durum bu, komedi filmi gibi dedim. Dava açıldı ve bahsettiğim tezin yazarı ile birlikte DGM'ye duruşmaya gittik. Duruşmada biz anlattık, hakimler de gülerek dinledi. Hakkımızda beraat kararı verildi. Bundan yaklaşık 15-20 gün sonra, Adalet Bakanlığı'ndan bir Genel Müdür aradı. Öcalan'ın yakalanışı sonrası PKK ile mücadele stratejileri ile ilgili hakimlere ve savcılara konferans verir misiniz diye sordum. Önerilen tarihte yurt dışında olduğum için, bahsettiğim tezin yazarı olan aynı zamanda ASAM'ın Terörizm Araştırmaları Masası başkanı olan kişiyi konferansa gönderdim. Konferanstan sonra kendisiyle konuşurken kendisine, “Savcı da orda mıydı?” diye sordum. “Oradaydı” diye

cevap verdi. “Bir şey söyledi mi? Ne dedi?” diye sordum. “Bir yanlışlık oldu” dedi diye cevap verdi.

Bir gün bu davanın savcısı da aynı şekilde, “bir yanlışlık olmuş” diyecek.

Sayın Hâkim;

19 Ocak'ta Antalya'da yaptığım bir konuşmadan ötürü İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, 20 Ocak sabahı, Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla, hakkımda re'sen soruşturma başlatıldı. 20 Ocak saat 19.30'da Ankara'da gözaltına alındım. İstanbul'a getirildim. Geceyi Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde geçirdim. Ertesi sabah bu suç isnadı ile Çağlayan Adliyesi'nde sevk edildim ve savcılık tarafından Cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile ifadeye alındım. İfademin ortasında savcı yeni bir soruşturma dosyası açmadan, Kayseri'de 30 Haziran 2024'te gerçekleşen toplumsal olaylar ile ilgili sorular sordu ve sonra tutuklamaya sevk etti. 21 Ocak'ta Ankara Başsavcılığı Parlamenter Büro'da bekleyen 11 şikayet ile ilgili 11 iddianame hazırlandı. Özetle adli değil, siyasi bir süreç ile karşı karşıyayız. Neden gözaltına alındım ve tutuklandım? Bu sorunun cevabını, siyasi Kürtçü camia içerisinde bulunan şahısların beyanlarından vereceğim.

Kürtçü hareketi yakından hatta içinden izleyen, Öcalan ile yapılan görüşmeleri kamuoyuna duyurulmadan 1 sene önce paylaşan Abdurrahman Semavi Temel; kısa bir süre önce Medyascope adlı YouTube kanalında gazeteci Ruşen Çakır'ın “Bu sürecin sabote edilme ihtimali sizce artık bitti mi? Böyle bir ihtimal kalmadı mı?” şeklindeki sorusuna şöyle cevap vermiştir: “İhtimal her zaman vardır fakat minimum seviyededir diyebilirim. Birinci süreçte yaşandığı gibi çok maksimum seviyede değil. Bu minimum seviyede olmasının sebebi, biraz daha çarpıcı bir şey söyleyeceğim, Öcalan'la devletin mutabakatı son derece karşılıklı güven zemininde gelişti. Bu çok anlamlıdır. Dolayısıyla bu süreci manipüle edebilecek, sabote etmeye yönelik herhangi bir adım her iki tarafın mutabakatıyla bertaraf etme kararı vardır. Yani her iki tarafın mutabakatıyla, buna siz isterseniz imha deyin, isterseniz farklı bir şey deyin. Ama bertaraf edilme şey yapılıyor. Yani dikkat edin. Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ bile içeride.”

DEM Parti grup başkan vekili Sezai Temelli de açıklama yaptı: “Ümit Özdağ'ı serbest bırakmayın” dedi. Benim burada olma nedenim, Kayseri'de veya herhangi bir yerde halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmem değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün organları, Ümit Özdağ'ın Türkiye'nin aleyhine olacak hiçbir şey yapmayacağını bilir. Bu tespiti yaptıktan sonra konunun hukuki boyutuna dönmek istiyorum.

Sayın Hâkim;

Ben bir siyasetçiyim, bir siyasi parti genel başkanı olan bir akademisyenim. Siyaset Bilimi profesörüyüm. Siyaset Bilimi'nin birçok alt dalı vardır. Siyaset Sosyolojisi, Siyaset Psikolojisi hatta Uluslararası İlişkiler de Siyaset Bilimi'nin alt dallarıdır. Benim uzmanlık alanım ise Güvenlik Bilimleri'dir. Güvenlik Bilimleri, Uluslararası İlişkiler, terörizm araştırmaları, istihbarat bilimi, silahlı kuvvetler ve çatışmaların incelenmesinin bir sentezidir. Ordu-siyaset ilişkileri, terörizm ve anti-terörizm çalışmaları, etnik çatışmalar, istihbarat araştırmaları, Ortadoğu ve Avrasya araştırmaları konularında yıllarca çalıştım. Bu konularda 29 kitap, yüzlerce makale yazdım. Polis Akademisi'nde, Polis istihbaratta, Harp Okulu'nda, Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda ve Adalet Yüksek Akademisi'nde dersler verdim. Türkiye Cumhuriyeti devletinin menfaatlerini, Türkiye dışında özel ve resmi olan görevlendirmeler ile birçok ülkeye karşı savundum. Bana devlet sırları emanet edildi. Taşıdım ve taşıyorum. Devlet tarafından üzerine çok gizli ibaresi koyulan belgeler yazdım, araştırmalar yaptım.

Akademik ve siyasi kariyerim, Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç tehdit ve dış düşmanlara karşı korunması için gereken politikaların geliştirilmesine ve siyasette uygulanmasına adanmıştır.

Sayın Hâkim;

Anadolu, dünya tarihinin en zor coğrafyasıdır. Meksika Körfezi'nde, Bermuda Şeytan Üçgeni denilen bir bölge vardır. Bu bölgede uçaklar ve gemiler kaybolur. Kimse ne olduğunu bilmez. Anadolu da zayıflayan devletler ve milletler için Bermuda Şeytan Üçgeni'dir. Anadolu'nun 10 binlerce senelik tarihinde bu coğrafyada kesintisiz 1000 sene yok olmadan egemen olmuş iki ulus vardır. Hititler ve Türk milleti. Bu coğrafyada varlığımızı tehdit eden o kadar çok düşman ile karşı karşıyayız ki, ayağımız bir kere

kayarsa bir yere düşersek üzerimize saldırmak için bekleyenler derhal saldıracaklardır. Ben hayatım boyunca, Türkiye'nin bu saldırılara hedef olmaması için mücadele ettim.

Sayın Hâkim;

Bir doktor hastasını; “Bu hızla sigara ve içki içmeye devam ederseniz, kalp krizi geçirirsiniz.” diye uyarır ve hasta doktoru dinlemeyip içmeye devam ederek kalp krizi sonucunda ölürse, kalp krizinin suçlusu doktor değildir. Doktor bilgi ve deneyimi ile öngörüde bulunmuştur. Jeologlar her gün TV'lerde, hangi fay hatlarında gerilim olduğunu, kırılmanın kaç şiddetinde olacağını söylüyorlar. Deprem olunca Jeologlar mı suçlu olur yoksa önlem almayan siyaset mi?

Ben de, güvenlik bilimi uzmanı ve devleti yönetmeye talip bir siyasetçi olduğum da değerlendirildiğinde; dünyanın Kavimler Göçüne benzer bir küresel göç döneminden geçtiğini ve Türkiye'nin bu göçten en fazla etkilenen ülkelerin başında geldiğini görüyorum. Ülkemizin 2011'den bu yana, Suriye ve Afganistan'dan Stratejik Göç Mühendisliği ile yönlendirilmiş milyonlarca insanın oluşturduğu göç baskısı altında kaldığını görüyorum. Keza küresel ısınmanın tetiklemesiyle; ülkemize, Afrika ve Asya'dan da göçler gerçekleşiyor. Güvenlik bilimi uzmanı akademisyen siyasetçi olarak, toplumsal fay hatlarına binen yükü görüyorum. Ülkemizin güvenlik kolonlarının nasıl sarsıldığını tespit ediyorum ve bu tespitlerimi, toplum ile devlet ile uyararak paylaşıyorum. Türkiye'nin güvenliği için mücadele ediyorum. Bundan sonra da Allah ömür verdikçe, yardım ettikçe mücadele edeceğim.

Sayın Hâkim;

Türk Milleti, tarihin en köklü devletli milletlerinden birisidir. Devlet bir milletin siyasi ve hukuki örgütlenmesi ve bu örgütü silah gücü ile içte ve dışta egemen kılması demektir. Türklerde hukuk, töre kelimesi ile ifade edilirdi. Ve töre değerli olmasının ötesinde kutsallık taşırdı. “İl gider, töre kalır” şeklindeki Türk atasözü; devlet, toprak kaybedilse de törenin varlığını sürdürdüğü şeklindeki ifadesi, hukuka verilen önemi vurgular.

Türk Milleti'nin Karahanlı Devleti ile İslam'ı kitleler halinde benimsemesi sonrasında İslam dininin Adalet anlayışı da milletimizin ve devletimizin fikri ve ruhi temellerine nüfuz etmiştir. Maide Suresi 5. Ayet Türk-İslam Medeniyeti'nin hukuk anlayışının

çerçevesini çizer: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi Adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha uygundur. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptığınızdan haberdardır.”

Medeniyetimizin en önemli isimlerinden Fatih Sultan Mehmet “Kadıyı satın alırsan adalet ölür, adalet ölürse devlet ölür” diyerek, devletin temelinin adalet olduğunu vurgulamıştır.

Medeniyetimizin devlet-adalet ilişkisini ifade eden en temel tespitlerden birisi hiç şüphesiz “devletin dini adalettir” cümlesidir. Adaletsiz devlet, dinsiz devlettir.

Bir devletin temelleri ne kadar hukuka dayanır ise devlet o kadar güçlü olur. Bir devlet ne kadar hukuktan uzaklaşır ise o kadar temelleri çürür ve sonunda yıkılır. İnsanlık tarihi bunun yüzlerce örneği ile doludur.

Sayın Hâkim;

Ülkemiz ağır bir yargısal krizden geçmektedir. Anayasamızın 10. maddesi ihlal edilerek mevcut iktidara siyasi olarak muhalif olan yurttaşlara karşı Düşman Ceza Hukuku uygulanmaktadır. Muhalif siyasetçi ve yurttaşların anayasal ve yasal hakları askıya alınmaktadır. Benzer hatta aynı fiiller için iktidar mensupları ve muhalefet mensuplarına farklı cezalar uygulanmaktadır. Sanki ırkçı beyaz azınlık rejiminin yönettiği Güney Afrika'da Apartheid rejiminin siyahları ikinci sınıf insan gören hukuk uygulamasını yaşıyoruz. 1960'ların sonuna kadar ABD'nin güney eyaletlerinde de siyah Amerikalılar, kağıt üzerinde beyazlarla aynı anayasal haklara sahip olmalarına rağmen; siyahlar, beyazların mahkemelerinde beyazlar ile asla eşit olamıyordu. 2020'lerin Türkiye'sinde de biz muhalifler siyah Amerikalılar gibiyiz. Anayasal ve yasal haklarımız sadece kağıt üzerinde kalıyor.

Sayın Hâkim;

Arkanızda “Adalet Mülkün Temelidir” yazıyor. Bu üç kelimede, 4.000 yıllık Türk devlet felsefesi var. Bu üç kelimede aynı zamanda evrensel siyasal düşünceler tarihi ve hukuk felsefesinin özü bulunuyor. Adalet mülkün temelidir ifadesini duvardaki bir süs

olmaktan çıkaracak ve yaşama geçirecek olan hakimlerdir. Hakimlerin hukuk bilgisi, vicdanı, aklı, muhakeme gücü, entelektüel cesareti, hukukun temel ilkelerine ve Anayasa'ya bağlılığı ancak devletin temellerini adalet üzerine kurabilir.

Hakimler, vermiş olduğu kararlar ile anayasa ve yasal haklarını korumakla görevli oldukları yurttaşların kaderi üzerinde söz sahibidir. İnsanların kaderine de etki edebilmek, hakimlerin yarı-ilahi bir misyonu üstlendiklerini göstermektedir. Bu çok büyük bir manevi sorumluluktur.

Hakimler, anayasa ve yasalar çerçevesinde, kendilerinin hukuk bilgisi ve vicdanlarına emanet edilen yurttaşların hukukunu, yani Anayasa ve yasaları düşman ceza hukuku uygulamalarına karşı savunmalıdır.

Hakimlerin anayasa ve yasaları savunma cesareti, ülkemizin geleceğini de belirleyecektir. Hakimlerin hukuka bağlılığı ve cesareti, Adaleti tekrar mülkün temeli yapacaktır.

Sayın Hâkim;

Şimdi mahkemenize anayasal ve yasal haklarımın, nasıl ihlal edilerek buraya getirildiğimi anlatacağım.

Sayın Hâkim;

21 Ocak sabah 09.30'da; savcı, ben İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde iken, Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'ne yazı yazarak, “01.07.2024 tarihinde, Kayseri ilinde vukuu bulan toplumsal olaylara, Zafer Partisi parti mensuplarının dahiline ilişkin durum tespit raporunun var ise yollanmasını istedi”; bildiğiniz gibi Başsavcılık, başka bir il emniyet müdürlüğüne değil, diğer ilin Başsavcılığına yazar. İlgili ilin Başsavcılığı, talebi, emniyet müdürlüğüne iletir. Ancak ben ifadeye alınacaktım. Kanunu, yönetmeliği uygulayacak vakit yoktu.

Kayseri Başsavcılığı'nın 30 Haziran-3 Temmuz 2024 tarihinde Kayseri'de olan olaylar ile ilgili, Ümit Özdağ ve Zafer Partisi'nin olaylara dahili ile ilgili başlatmış olduğu herhangi bir soruşturma 21 Ocak sabahı itibariyle yoktu. Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün de Zafer Partisi veya Ümit Özdağ'ın olayları kışkırttığına dair bir tespiti de yoktu. Olsaydı zaten Kayseri Başsavcılığı ve Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, Ümit Özdağ ile ilgili soruşturma başlatırlardı. Kayseri Başsavcılığı ve Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü; ellerinde kanıt olup, Ümit Özdağ'ın Kayseri olaylarını tahrik ettiğini bilmelerine rağmen, soruşturma başlatmamış olsalardı büyük bir görev ihmali ile suç işlemiş olurlardı.

Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı ve Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün, Ümit Özdağ'ın Kayseri olayları ile nasıl bir ilgisinin olduğuna dair yapmış olduğu tespit var mıydı? Şüphesiz vardı. Kayseri Başsavcılığı ve Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün elinde nasıl bir bilgi olduğunu birazdan açıklayacağım.

Önce Kayseri'de olaylar neden başladı sorusunun cevabı verilmelidir. Neden, önce bu soruya cevap verilmelidir? Çünkü savcılık; iddianamede, Kayseri'de toplumsal olayların neden başladığını anlatmamış. İnanılır gibi değil. Savcıya göre Ümit Özdağ 2020 ile 2023 arasında X paylaşımları yapmış ve 2024'ün Temmuz ayında Kayseri olayları çıkmış. Oysa öyle değil. Şimdi olayları sırası ile inceleyelim. 30 Haziran 2024 akşamı, Kayseri Emniyetine bir ihbar geldi. 27 yaşında bir Suriyeli genç erkek İ. A, amcasının kızı Suriyeli 7 yaşındaki kız çocuğu M. A.'ya, umumi tuvalette taciz girişiminde bulundu. Kayseri valisi bu olayı, ALÇAKÇA diye nitelendirdi. Polis 27 yaşındaki tacizciyi gözaltına almak istediği zaman, tacizcinin ailesi polise direndi. Komşu Türk aileler, direnişi gördüler. Polise direnen Suriyeli aile protesto edildi ve bu protesto Kayseri'deki Suriyelileri protestoya dönüştü. 30 Haziran akşam saatlerinde başlayan olaylar, 3 Temmuz 2024'e kadar sürdü. Savcının iddianamede bu olaylardan bir kelime ile dahi bahsetmediğini görüyoruz. İnanılır gibi değil ama durum bu. 2 Temmuz 2024'te, saat 12.00'de; Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü tarafından tutulan tutanakta, 3 ikamette ve 261 iş yerinde zarar, 5 işyerinde yangın, 12 aracın yakıldığı ve 142 aracın da zarar gördüğü tespit edilmiştir. Toplam 20 emniyet görevlisi ve 1 itfaiye eri yaralanmıştı. Bu tutanakta tek kelime ile bile Zafer Partisi'ndan bahsedilmemiştir.

Olaylarda 989 kişi gözaltına alındı. 23 kişi tutuklandı. 254 şahıs hakkında adli kontrol kararı alındı, 719 şahıs Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından serbest bırakıldı. Bu 989 kişi arasında 1 tane bile Zafer Partili yoktu.

Sayın Hâkim;

Savcılığın iddia ettiği gibi olayları ben kışkırtsaydım, gözaltına alınanlar arasında Zafer Partililer olurdu. Herhalde Zafer Partisi Genel Başkanının kışkırtmalarından, en önce etkilenecek olanlar Zafer Partililer olurdu.

Sayın Hâkim;

Suriyeli İ. A.'nın, amcasının kızı M. A.'yı bir çok kız istismar ettiği Kayseri 8. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılan yargılama sırasında ortaya çıkmış ve İ. A. Mart 2025'te 24 yıl 4 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu davanın iddianamesi hazırlandığı zaman mahkeme sonuçlanmıştı. Savcılık bu durumu bilmesine rağmen olayların gerçek nedenini mahkememizden gizlemek için iddianamede yer vermemiştir.

Sayın Hâkim;

Kayseri'deki olayları sosyal medyada duyulunca, bazı sosyal medya hesaplarından olayların tahrik edilmek istendiğini tespit ettim. Kayseri'de çıkan olaylar benim yıllardan bu yana iktidarı ve Türk kamuoyunu uyardığım, olabileceği konusunda dikkat çektiğim türden, olumsuz bir gelişmeydi.

Olayların olduğu gece; Kayseri halkını sükunete, devlet güçlerine yardımcı olmaya ve eve dönmeye çağırdım. Olayların devam etmesini ve kışkırtıcı dezenformasyonu engellemek amacı ile 1 Temmuz saat 00.41'de şu X paylaşımını yaptım:

“Kayseri'de Eskişehir Bağları mahallesinde -Suriyeli bir sığınmacı, 5 yaşındaki başka bir Suriyeli kız çocuğuna tecavüz eder. -Tecavüzcüyü almak isteyen Polise karşı, tecavüzcünün yakınları zorluk çıkarır ve olaylar büyür. -Mahallede yaşayan Türkler olayı duyunca polise direnen Suriyelilere tepki gösterir. Diğer mahallelerden gelen Türkler de sokağa çıkar ve Suriyelilere tepki gösterirler. -olaylar bir anda büyür. Polis sayısı yetersiz kalır. Valilik talimatıyla istirahatli tüm polisler acil göreve çağırılır -Valilik Polislere Suriyelileri koruyun talimatı verilir. Suriyeli nüfusun yoğun olduğu *Danişmend Gazi* Mahallesinde de Kayseri halkı sokağa çıkarak gösterilere başlar. O mahalleye de Polis sevk edilir. Olayların bu noktaya gelmesinin nedeni hiç şüphesiz şımartılan Suriyelilerin tecavüzcüyü polise vermeyip, direnmesidir. Sevgili Kayserililer, polis güçlerine yardımcı olarak evlerinize dönün. Tepkinizi gösterdiniz. Olayların büyümesi Türkiye'nin düşmanlarının işine yarayacaktır.”

Benim bu paylaşımı yapmam üzerine birçok tahrikçi hesaptan bana, ağır eleştiri ve küfürler yağmaya başladı. Bu tahrikçi hesaplardan birisini alıntılayarak ifşa ettim ve halkı sükunete ve yine eve dönmeye davet eden şu X paylaşımını da saat 01.33'te yaptım:

“yanlış diyebilmek için açık adını buraya yazacaksın. Kayseri'ye gideceksin. Oradan sokaktan fotoğrafını paylaşacaksın. Böyle sahte isimler ile sosyal medyadan Türk Milletini sokağa çağırmayacaksın. Halk tepki gösterdi. Bu yol ile kimse yollanmaz sadece ülke emperyalizmin istediği gibi karıştırılır. Suriyelileri, Afganları yollamak istiyorsan oyunu Zafer Partisi'ne vereceksin ve hukuk içinde gidecekler. Sevgili Kayserililer, polis bizim, devlet bizim, ülke bizim. Şehrinize sahip çıktınız. Artık evinize dönün. Bilinçli, bilinçsiz tahrikçilere izin vermeyin.”

30 Haziran-1 Temmuz tarihlerinde halkı sükunete ve eve dönmeye davet eden ve Kayseri olayları ile ilgili bu 2 X paylaşımım iddianamede var mı? Yok.

1 Temmuz sabahı Genel Başkan Yardımcım, eski şeker fabrikaları genel müdürü Seyit Yücel, Ali Dinçer Çolak ve o dönem Başdanışmanım olan 15 Temmuz gazisi emekli emniyet müdürü ve avukat Fatih Eryılmaz'ı Kayseri'ye yolladım. Onları halka sükunete davet etmekle görevlendirdim. Zafer Partisi heyeti, Kayseri'de emniyet yetkilileri ile de görüştü ve Seyit Yücel ile Fatih Eryılmaz şu X paylaşımlarını yaptılar:

Seyit Yücel:

“Genel Başkanımız Sn. Ümit Özdağ'ın görevlendirmesi ile geldiğimiz Kayseri'de, Zafer Partisi il binamızda partili arkadaşlarımıza sabır ve sükunet içinde olmalarını, fiilen hiçbir olayın içinde olmamalarını, devletin güvenlik güçlerinin yeterli olduğunu söyledik. Ancak Kayseri'de her türlü kışkırtıcı ve tahrikkar ve unsurların yine işbaşında olduğunu üzülerek gözlemledik. Bu vesileyle Kayserili değerli vatandaşlarımızın da son derece uyanık ve dikkatli olmalarını, evlatlarını, gençlerimizi sokak eylemlerinden uzak tutmalarını önemle rica ederiz” açıklamasını yaptı.

Gazi Emniyet Müdürü ve Avukat Fatih Eryılmaz:

“Kıymetli Kayserililer. Dün akşam şehrimizde hiç birimizin görmekten hoşlanmadığı hadiseler yaşandı. Bu tablo oluşmasın diye sözle, yazıyla, işaret diliyle, uluslararası ilişkilerin, hukukun diliyle yıllardır iktidarı uyardık, uyaracağız. Milyonlarca sığınmacıyı ülkeye doldurarak Avrupa halklarının güvenliğini sağlamakla övünenler maalesef Türk milletinin huzurunu güvenliğini umursamadılar. Milyonlarca sığınmacı ve kaçağı sorgusuz sualsiz ülkeye doldurdukları gibi geri kabul anlaşması adında garip bir anlaşma ile Avrupa'ya nereden geldiği belli olmayan, ne idiği belirsiz kaçakları da ülkemize kabul ettiler. Kategorik olarak hiçbir millete düşman değiliz. Kayseri halkıda değil. Kayseri'de yaşananların tek sorumlusu iktidarın yanlış politikaları sonucu gerçekleşen sığınmacı işgalidir. Elinde sadece çekiç kalanlar yarattıkları sorunların sosyal, ekonomik, kültürel sebeplerine görmemek için gözlerini kapatıyorlar ve yanlış politikalarını yıkacak suçlular icat etmeye çalışıyorlar Kıymetli Kayserililer Bu ağır yükün öznesi de sığınmacılar değil yanlış politikaları ile bunu başımıza saran iktidardır. Kayseri halkı çalışkanlığı, üretkenliği ile temayüz etmiştir. Bunun yanında Kayseri halkı vatan, millet ve bayrak sevgisi ile temayüz etmiştir. bütün bunların üstüne Kayseri halkı zekası ile temayüz etmiştir. İktidarın reel politikten kopuk uygulamaları ile başımıza sardığı bu beladan da zekamızla çıkacağız. Haklı taleplerimizi haklı, meşru ve demokratik yollarla dile getireceğiz. Halka kulaklarını kapatanlar halkı dinlemek zorunda kalacak. Başımıza sarılan bu belanın birde evlatlarımıza, şehirlerimize zarar vermesine fırsat vermeyeceğiz. Sabır ve sükunet içinde olun ve fiilen hiçbir olayın içinde olmayın. Suriyeli sığınmacıların mutlu bir şekilde ülkelerine dönmelerinin sağlanması için devlet mekanizmasının çalışmasını sağlayacağız.

Genel Başkanımız Sn. Ümit Özdağ'ın görevlendirmesi ile geldiğimiz Kayseri'de olaylar ile ilgili incelemeler yaptık. Kayseri il binamızda partili arkadaşlarımız ve Kayserili hemşerilerimiz yapılan toplantıdaki açıklamamızı X' teki problemlerden dolayı bugün yayınlıyorum.” dedi.

Sayın Hâkim;

Savcılık, Kayseri Emniyeti'nin Zafer Partisi'ne müzahir dediği, hukuki hiçbir anlamı olmayan X hesabını iddianameye koyuyor fakat partimizin genel başkan yardımcılarının X paylaşımlarını da iddianameye koymamış.

Sayın Hâkim;

bütün bu olayları yatıştırmaya yönelik çağrı ve çabalarımı bilen, gören, Kayseri'de yaşanan olayları herkesten daha iyi bilmek durumunda olan; Kayseri Başsavcılığı ve Kayseri Emniyet Müdürlüğü de Ümit Özdağ ile Zafer Partisi'nin olayları tahrik etmediğini, aksine yatıştırmaya çalıştığını biliyor. Ellerindeki bilgi buydu.

Ayrıca; Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün kurumları ve Türk halkı da Ümit Özdağ'ın, ne Kayseri'de ne başka bir yerde, halkı kin ve düşmanlık, kışkırtma faaliyeti içinde olmayacağını biliyor. Böyle bir kışkırtma, benim yaşam amacım olan Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti'ni savunma ilkesiyle ters düşmektedir.

Sayın Hâkim;

Esasen bir siyasi partinin genel başkanının, halkı kin ve düşmanlığa tahriki büyük bir olaydır ve milli güvenlik sorunudur. Böyle bir durumda Türk devletinin istihbarat ve güvenlik kurumları; her adımınızı izler, her açıklamanızı kaydeder, provokasyonlarınızı belgeler. Türk devletinin hafızası çok derindir. Hiç unutmaz. Eğer Ümit Özdağ halkı kin ve düşmanlığa tahrik etseydi önünüze 31 tane X paylaşımından oluşan böyle bir iddianame gelmezdi.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, Ümit Özdağ'ın halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmediğini aksine tahriklerle mücadele ettiğini bilmektedir. Kayıtlarındaki husus budur.

Sayın Hâkim;

21 Ocak sabahı İstanbul Başsavcılığı, Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'ne; çıkan toplumsal olaylara Zafer Partililerin dahline dair bir rapor var ise yollayın demişti. O güne kadar böyle bir rapor yoktur. İki saat içinde Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü bir evrak hazırlamış ve yollamıştır. Ancak Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün 2 Temmuz 2024'te saat 12.00'de olaylar ile ilgili hazırladığı bir tutanak vardı. Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, bu tutanağı İstanbul Başsavcılığı'ndan gizlemiştir. Raporu gizlediler, çünkü gerçekler suç üretmiyordu. Bu tutanağın varlığını öğrenince savcılık kanadı ile dosyaya girmesi için avukatlarım talep etti. Tutuklanmam için gereken evrakı imzasız, damgasız 2 saatte yollayan Emniyet Müdürlüğü, hazır tutanağı 17 gün sonra yolladı.

Sayın Hâkim;

Sorulması gereken ilk soru şudur; Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, kışkırttığını iddia ettiği, İstanbul Başsavcılığı'na yolladığı 7 X'i, aradan geçen 6,5 ay içinde soruşturmayı yürüten makam olan Kayseri Başsavcılığı'na neden vermemiştir? Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, görev ihmali mi yapmıştır? Kayseri İl Emniyet Müdürü gizli bir Zafer Partili midir? Bunun için mi bu X'leri gizlemiştir? Aslında Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün, İstanbul Başsavcılığı'na yolladığı 7 X'den 2 tanesini Baykal Altay ve Murat Katfar'ın X'leri, olaylardan 10 gün sonra paylaşılmıştır. Olayları kışkırtması mümkün değildir. Hacı Ali Demirkaya'nın 2 X paylaşımı Kayseri olaylarından 5 ve 6 ay öncedir ve takipsizlik almıştır. Baykal Altay'ın son bir paylaşımı 9 Ağustos 2021 tarihlidir ve hakkında takipsizlik verilmiştir. sadece Oğuzhan Kumpınar'ın X paylaşımı, olaylardan 64 gün önce, 27 Nisan 2024'te yapılmıştır. Bu X ile ilgili Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü

11 Temmuz 2024'te olaylardan sonra soruşturma açmıştır. Kayseri Başsavcılığı, Oğuzhan Kumpınar'ın X paylaşımını incelemiş ve 9 Ağustos 2024'te 2024/24752 karar numarası ile kovuşturmaya yer olmadığı kararını vermiştir.

Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, 21 Ocak 2025'te İstanbul Başsavcılığı'na istenen evrakı düzenlerken Oğuzhan Kumpınar'ın X'i ile ilgili takipsizlik kararını bilmesine rağmen yazmamış, aksine soruşturmanın devam ettiğini ifade etmiştir. Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, resmi evrakta yanlış bilgi vererek İstanbul Başsavcılığı'nı yanıltmıştır. Ayrıca, Kayseri Emniyet Müdürlüğü'nün söz konusu raporu, şöyle bir tespit yapmıştır: “30.06.2024-03.07.2024 tarihinde ilimizde meydana gelen olaylar ile ilgili olarak haklarında işlem yapılan şahısların yüzde 68'nin 10-25 yaş aralığı, yüzde 38'nin 25 yaş ve üstü şahıs (toplam yüzde 106 ediyor) olduğu ve bu şahısların genel değerlendirmesinde Zafer Partili ve müzahir şahıslar tarafından sosyal medya platformlarında yapmış oldukları paylaşımlarda da etkilenmiş oldukları değerlendirilmektedir”

Kayseri İl Emniyet Müdürü'ne soruyorum. Sayın Müdür, böyle bir değerlendirmeyi hangi ölçüt ile yaptınız? Olaylara katılanlar arasında anket mi yaptınız? Olaylardan 13 gün sonra yapılan paylaşımlar, olayları nasıl etkilemiş olabilir? Böyle bir değerlendirme yapmak için neden olayların üzerinden 6,5 ay geçmesini beklediniz? Daha önce böyle bir değerlendirme yaptı iseniz, neden Ümit Özdağ veya Zafer Partisi ile ilgili soruşturma başlatmadınız ve neden bu konuda Kayseri Başsavcılığı'na bilgi vermediniz?

Bu soruların cevabı açıktır. Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü, İstanbul Başsavcılığı'na yolladığı değerlendirmenin doğru olmadığını biliyor. Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün İstanbul Başsavcılığına vermesi gereken cevap; “Elimizde Zafer Partisi'nin veya Ümit Özdağ'ın Kayseri'de olayları kışkırttığına dair bir belge, bilgi yoktur. Olsaydı Kayseri Başsavcılığı ile paylaşırdık.” olmalıydı.

İstanbul Başsavcılığı da iddianameyi hazırlarken, gerçeğe aykırı olarak, Oğuzhan Kumpınar'ın 9 Ağustos 2024'te takipsizlik almış X paylaşımının soruşturmasının devam ettiğini, Kumpınar'ın şüpheli olduğunu ileri sürmüştür. Savcılık da mahkemenizi yanıltmıştır.

Sayın Hâkim;

Kayseri Emniyet Müdürlüğü'nün İstanbul Başsavcılığı ve mahkemenizden gizlediği tek belge 2 Temmuz 2024'te saat 12.00'de tutulan tutanak değildir. Kayseri Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla mücadele Şube Müdürlüğü'nün hazırlamış olduğu 2024- 342611-1720703329 sayılı araştırma raporu da İstanbul Başsavcılığı'ndan ve mahkemenizden gizlenmiştir, dosyada da yoktur. Böyle bir rapor olduğunu Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 9 Ağustos 2024 tarih ve 2024/24752 karar no'lu Oğuzhan Kumpınar ile ilgili takipsizlik kararından biliyoruz.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya 5 Temmuz'da Kayseri'de basın toplantısı yapmış ve 189 hesabın incelendiğini ve 23 hesapta suç tespit edildiğini açıklamış. Zaten 23 tutuklama var. Peki, bu tahrik iddiası ile tespit edilen 189 hesap arasında Ümit Özdağ var mı? Yok. 23 hesap arasında var mı? Yok.

Ümit Özdağ'ın Kayseri olaylarını tahrik ettiği ne zaman anlaşılıyor. Antalya'da 19 Ocak'ta Mehmetçik katillerine af yok mitingi yaptığı zaman.

Sayın Hâkim;

Kayseri olayları 30 Haziran gecesi başladı. Savcılığın iddianamede, Kayseri olaylarından önce paylaşmış olduğumu ifade ettiği son X paylaşımımın tarihi 27 Ekim 2023. Kayseri olaylarından tam 8 ay önce. O X'de de; Suriyeli sığınmacıların sosyal medya gruplarında yaptığı ve 4.000.-TL ek ödemenin, SGK tarafından yapıldığına dair

Arapça bir paylaşımı alıntılayarak SGK'ya sormuştum. Bu doğru mu diye. Bu nasıl bir açık ve yakın tehlike ortaya çıkarmış olabilir?

Kayseri olaylarından 68 gün önce de, Oğuzhan Kumpınar'ın paylaştığı bir X'i alıntılamış ve “Burası Sakarya savaşı sırasında TBMM'nin çekilmesinin düşünüldüğü Türk şehri, 4 dakikanızı ayırın ve izleyin” diyerek paylaştım. Oğuzhan Kumpınar'ın bahse konu X paylaşımına ilişkin soruşturma, takipsizlik kararıyla sonuçlanmıştır. Suç olmayan bir X'i paylaşmak, nasıl suç olur?

Sayın Hâkim;

Savcılığın 2020-2023 yıllarına ait sunduğu X paylaşımlarımın çok büyük bir bölümü, 2 tanesi hariç, milletvekili olduğum döneme ait. Hiçbir paylaşım, madde 216/1'in öngördüğü kışkırtmak ve düşmanlık çerçevesinde değerlendirilemez. Şiddet içermeyen, şiddete çağrı yapmayan bu açıklamaları suç olarak göstermek, ifade özgürlüğüne Kuzey Kore standardı uygulamaktır. Savcılık bir milletvekilinin, bir siyasi genel başkanının ifade hürriyetine saldırarak Anayasamızın düşünce ve kanaat hürriyetini düzenleyen 25. maddesini ve düşünceyi yaymayı düzenleyen 26. maddesini çiğnemektedir.

Sayın Hâkim;

Savcılık yanlış bilgi vererek mahkemenizi yanıltmakla kalmamakta, kendisini TBMM'nin yasama organı yerine koyarak, T.C.K 216/1'i yeniden yazmaktadır. T.C.K 216/1 çok açıktır. “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde” diyor.

Savcı, Ümit Özdağ'ın X paylaşımları ve açıklamalarının maddede tanımlanan suçu oluşturmadığını görerek; “ancak suçun oluşması için tahrikin, belirtilen grupları karşı karşıya getirmesinin gerekli olmadığı, bir sınıfa ait olan kişilerin fiilen veya hukuken başka bir sınıfa ait olan bazı kişilere karşı kinlendirilmesi veya var olan kinin güçlendirilmesinin yeterli olacağı”nı ifade ediyor.

Sayın Hâkim;

Savcı, suçun oluşması için tahrikin belirtilen grupları karşı karşıya getirmiş olması gerekli değildir diyor. Savcı, bir sınıfın diğer sınıfa karşı kinlendirilmesi veya mevcut kinin güçlendirilmesi yeter diyor. Savcılık bir kin ölçer mi üretmiş? Kitleler karşı karşıya gelmemişler ise ortaya kin çıktığını nasıl tespit edeceğiz? T.C.K 216'nın gerekçesinden yapılan bu yorum, madde gerekçesinin; fiil unsurunu açıklayan ve fiilin, tahrike elverişliliği ile kin ve nefret duygularını oluşturma ve pekiştirmeye yönelik işleve haiz olması gerekliliğini açıklayan paragrafından yapılmış, eksik ve hatalı bir yorumdur. Gerekçenin tek bir paragrafından yola çıkılarak yapılan yorum; hukukun hiçbir yorum metoduna uygun düşmemektedir. Madde lafzında ve gerekçesinde net bir şekilde belirtilen, açık ve yakın bir tehlike oluşması şartı, savcı tarafından yok sayılmıştır.

Sayın Hâkim

Özetle savcı, T.C.K 216/1'de yazılmamış bir suçu, kendisi yazmıştır. T.C.K 216 somut tehlike suçu iken savcı soyut tehlike suçu üretmiştir. Savcının açık ve yakın tehdit olduğunu ispatı zorunludur. Bırakın savcının kitlelere karşı karşıya gelmese bile kini artırmak yeter şeklindeki iddiasını, nedensellik bağı ispat edilmedikçe teşebbüs dahi cezalandırılamaz. Madde 216'1'in özelliği, objektif cezalandırılabilirlik koşulunun arandığı suç olmasıdır. Bu, ceza hukukunun bütün evrensel ilkelerine aykırıdır. Roma Hukuku'nda, Mecelle'de ve Yargıtay'ın 1943 tarihli tevhidi içtihat kararında “unsuru cürümüyenin tefsir yoluyla ihdası mümkün değildir” deniliyor.

Sayın Hâkim;

Ben hukukçu değilim. Ancak T.C.K'nın 2. maddesi; “kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza kesilemez veya güvenlik tedbiri uygulanamaz” diyor. Madde 216/1'de savcının yorumladığı şekilde bir suç tanımı yok. Savcı kendi yazdığı T.C.K 216/1'deki suçun kanıtı olarak da; Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün, 21 Ocak 2025'te yolladığı, hepsi takipsizlik almış ve 2'si olaylardan sonra paylaşılmış 7 X paylaşımını göstermektedir.

T.C.K 216/1'i, yasadaki ve Yargıtay içtihatlarındaki çok açık somut suç tanımına rağmen soyut suç ilan eden savcı; Kayseri olaylarından sonra paylaştığım 2 X'i tahrike devam ettiğinin kanıtı olarak koymuş.

Ne demişim bu 2 X'te; 19 Ağustos 2024'te Mersin'den bir genç telefon ile bana ulaştı. Kardeşini Suriyelilerin bıçakladığını, emniyetin kendileri ile ilgilenmediğini ve bilgi vermediğini söyledi ve ekledi: “Biz Mersin'in yerlisiyiz. Gençleri zor tutuyorum. İntikam alacağız” dedi. Ben de telefonda kendisini sakinleştirdim. Olayı takip edeceğimi söyledim. Ve şu paylaşımı yaptım: “Yunus Cengiz, 18 yaşında bir Mersinli Yörük genci. Dün Suriyeli bir grup tarafından 4 yerinden bıçaklandı. 2 yara kalbe yakın bölgeden olduğu için yoğun bakımda. Ağabeyi, “Biz Mersin'in yerlisiyiz. Gençler patlamaya hazır durumda. Zor tutuyorum” diyerek beni aradı. Sevgili gençler, soğukkanlı bir şekilde soruşturmanın bitmesini bekleyin. Yunus için dua edin. Mersin Emniyeti gerekeni yapacaktır. Zafer Partisi olay takipçisi olacak”. Sonra Mersin Emniyetini de etiketleyerek paylaştım. Savcılık, Mersin Emniyeti bu bilgiyi yalanladı diyor. Bıçaklayanın Suriyeli olmadığını bile bile Suriyelilere karşı halkı tahrik etmek için Suriyeli yazdı demek istiyor. Oysa ben ağabeyinin bana söylediğini yazdım. Ancak Allah, demek ki bugünlerin geleceğini biliyormuş ki yardım etti; olayı takip ettim. Mersin/Toroslar İlçe Emniyet Müdürlüğü olay ile ilgili bir X paylaşımı yaptı. Yunus Cengiz'e üç kişinin saldırdığını, ikisinin Suriyeli birisinin Türk olduğunu, bıçaklayanın Türk olduğunu duyurdu. Ben de bu X'i alıntılayarak tekrar paylaştım. Kamuoyuna duyurdum. Savcılık bu hususu da bilmesine rağmen mahkemenizden gizledi.

Savcılığın halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğini ilan ettiği ikinci X paylaşımını ise 24 Aralık 2024'te yaptım. “Asgari ücretlilere zam enflasyonun çok altında kalırken, 6 Şubat depreminde evlerini kaybeden yurttaşlarımız konteynırlarda yaşamaya çalışırken, Ulaştırma Bakanı; AFAD, Suriye'de altyapı yatırımları yapacak diyor, Ali Yerlikaya ise Suriyelilere ev yapacağız diyor. Türk halkı ezilmeye ve sömürülmeye devam edecek.”

Savcılık, hükümetin yanlış politikalarının eleştirilmesini halkı kin ve düşmanlığa tahrik olarak görmüş. Bu fikir hürriyetine karşı, demokratik hakların kullanımına karşı bir tavırdır.

Bu 2 X'i halkı kin ve düşmanlığa tahrik olarak görmesi, savcılığın hukuktan ve T.C.K 216/1'den ne kadar koptuğunu göstermektedir.

Sayın Hâkim;

Hükümetin politikalarını eleştirmek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek değildir. Savcılık, Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün yolladığı imzasız, mühürsüz evrakı da olayları tahrik ettiğimin kanıtı olarak sunmuş. Ne var bu belgede? 7 tane 2'si olaylardan 13 gün sonra atılmış, diğerleri takipsizlik almış 5 X paylaşımı. Savcılık bu X'lerden sadece Oğuzhan Kumpınar'ın X'ini iddianameye almış. Onun da takipsizlik aldığını gizleyerek. Başka ne var? Kayseri Emniyeti'nin biraz önce bahsettiğim, katılanların oranını yüzde 106 çıkaracak kadar itinasız yazılmış, Kayseri'de halkın bu 7 X'den de etkilendiğini iddia eden değerlendirmesi. Hepsi bu. Hukuk devleti adına hüzün verici bir durum.

Sayın Hâkim;

Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün 2 Temmuz 2024 tarihli tutanağında Zafer Partisi veya Ümit Özdağ'ın olayları tahrik ettiğine dair bir tespit olmadığı gibi; İnsan Hakları Derneği, Özgürlükçü Hukukçular Derneği ve Çağdaş Hukukçular Derneği tarafından 9 Temmuz 2024'te yayınlanan raporda da Ümit Özdağ ve Zafer Partisi ile ilgili hiçbir tespit yok. Keza Mazlum Der Kayseri Şube Başkanı Ahmet Taş tarafından hazırlanan raporda da Zafer Partisi ve Ümit Özdağ ile ilgili hiçbir iddia yok.

Sayın Hâkim;

Ben 21 Ocak'tan bu yana; savcının kendisinin yazdığı T.C.K 216/1'e ve Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü'nün suç niteliği taşıyan, kimin yazdığı belli olmayan sözde belgesi ile tutukluyum. Ancak tarih bu yargılamayı yazacak. Tarih bu davayı 1944 Türkçülük- Turancılık davasının yanına yazacak. Tarih bu davayı Türk Milliyetçiliğinin yargılandığı Mamak duruşmalarının yanına yazacak. Bir gün Türkiye'de hukuk devleti elbet kurulacak. Hukukun üstünlüğü anlayışını yaşatan ve ettiği yemine bağlı kalan hukukçularımızı tenzih ederek söylüyorum; Türkiye geçmişte de hukukun, hukukçular tarafından çiğnendiği dönemleri yaşadı. Bugün yaşananları da aşacağız.

Sayın Hâkim;

Anayasanın adil yargılanma ile ilgili 36. maddesini ve CMK'nın 160. maddesinin 2. fıkrası ile 170. maddesinin 5. fıkrasını ihlal ederek, lehimde olan delilleri toplamayan savcılık, lehimde olan kanıtları aleyhimde göstermek için mahkemenizden bilgi saklamaktadır. Ben, savcılığın yapmadığını yapacağım ve size gerçekleri anlatacağım.

İddianameye konu X paylaşımlarımda her ne kadar suç unsuru olmasa da; paylaşımlarımın, hukuka uygunluk kriteri açısından sağlıklı değerlendirilebilmesi adına, Türkiye'nin ve dünyanın nasıl bir küresel göç krizine sürüklendiğini açıklayacağım.

Sayın Hâkim;

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren, sürekli varlığını sürdüren tehditlerin başında ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi üzerinde bağımsız Kürdistan kurulması tehdidi gelmiştir. Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Türk ordusunun kontrolünde olmasına rağmen; Musul Vilayeti, İngiliz ordusu tarafından işgal edilmiş, Misak-ı Milli sınırları içinde kalmasına rağmen, Lozan'da üzerinde anlaşma sağlanamayan tek madde olmuştur. Çünkü Londra, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin, 20. yüzyılın en değerli maddesi olacağını öngördüğü petrolü, kontrolü altına almasını engellemek istemiştir. Genç Cumhuriyetimiz, Lozan'da çözülemeyen, Musul sorununu çözmek için askeri hazırlıklara başlamıştır. Bunun üzerine; İngiliz emperyalizmi, Şeyh Sait isyanını çıkararak, Türkiye'nin Musul Vilayeti operasyonunu engellemiştir. Şeyh Sait isyanını, 1938'e kadar sonuncusu Dersim isyanı olmak üzere, değişik 14 isyan izlemiştir. Bu isyanların hepsinin arkasında dış dinamikler olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin; askeri ve idari kadroları ile yargı organları bu isyanları tek tek etkinlikle bastırmış, milli birliğimizi korumuştur. 1939'da İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile Türkiye'nin Güneydoğusunda isyanlar durmuştur. sadece bu durum bile; 1924-1938 arasında gerçekleşen isyanların arkasındaki dış dinamik boyutunun önemini ortaya koymaktadır.

Sayın Hâkim;

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında başlayan Soğuk Savaş'ın ilk aşamasında, 1960'lı yılların ortasında kadar Kürtçü bölücü hareket bir sessizlik dönemine girmiştir. 1960'ların ortasından itibaren, Türk solunun içinde aktif olmaya başlayan bir Marksist Kürtçü hareket karşımıza çıkar. 1970'lerin ortasından itibaren ise Kürtçü-Marksist terörist örgütler kurulmaya başlamıştır. Bunlardan bir tanesi de önce Apocular diye bilinen sonra PKK adını alan kanlı terör örgütüdür. PKK'nın 12 Eylül öncesinde, öncelikli hedefi, diğer Kürtçü Marksist örgütler ve devlete sadık aşiretler olmuştur. Soğuk savaşın sürdüğü bu dönemde önce Sovyet Rusya'nın peyki olan Bulgaristan, sonra Rusya'ya çok yakın olan Suriye'yle temasa geçen Abdullah Öcalan, 12 Eylül öncesinde Suriye'ye kaçmıştır.

Hafız Esad yönetimi; Abdullah Öcalan'ı, Türkiye'ye karşı su meselesinde kullanmak için desteklemiştir. Hafız Esad, Türkiye'nin Dicle ve Fırat'ı kontrol altına almasını sağlayacak olan GAP'tan çok rahatsızdır. Öcalan, Suriye kontrolündeki Lübnan'ın kuzeyindeki, Bekaa Vadisi'nde eğitim tesisleri oluşturur. Lübnan'da yerleşik Ermeni terör örgütü ASALA ile temas kurulur. Bu sırada Irak-İran savaşı çıkmıştır. Irak, Türkiye sınırında kontrolü kaybetmiştir. Barzani ve Talabani'ye bağlı peşmergeler Kuzey Irak'ta etkindir. Ve ASALA'nın da Kuzey Irak'ta kampları vardır. 1982'de PKK, Irak'ın kuzeyindeki ASALA kamplarını devralarak, Türkiye'ye karşı saldırılarına başlamak üzere hazırlıklara başlar. 15 Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'ye yapılacak terör saldırılarıyla; emperyalizmin, Türkiye'den Musul Vilayeti'nin kopararak petrolün aldığı gibi, bu sefer de GAP bölgemizi koparacak, 21. yüzyılın petrolü olacak olan su kaynaklarını koparma mücadelesi başlamış ve bugün de devam etmektedir.

Sayın Hâkim;

1989'dan itibaren terörizm, anti-terörist politikalar, düşük yoğunluklu çatışma ve PKK terör örgütü konusunda çalışmaya başladım. PKK kaynaklarını takip ettim. Açık kaynak bilgilerini klasörledim ve kayda aldım. Terörle mücadele görev almış mülki ve idari amirler ile asker, polis, jandarma ve istihbaratçılarla mülakatlar yaptım. Savcılık iddianamelerini okudum. Saha araştırmaları yaptım. Hem 20 ili kapsayan geniş araştırmalar hem de 2 köyü inceleyen mikro araştırmalar yaptım. Makaleler kitaplar yazdım. Irak'ta araştırmalar, devlet görevlendirmesi ile PKK ve terör konusunda

Washington'dan, Brüksel ve Süleymaniye'ye kadar uzanan alanda saha çalışmaları yaptım. PKK ile ilgili yazmış olduğum kitapların bazılarının başlıkları şunlardır: “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK/Bir Gayrı Nizami Savaşın Anatomisi”, “Türkiye'de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve PKK”, “Türk Ordusunun Kuzey Irak Operasyonları”, “PKK Terörü Neden Bitmedi Nasıl Biter?”, “Türk Ordusu PKK'yı Nasıl Yendi? / Türkiye PKK'ya Nasıl Teslim Oluyor, Doğru Sorunu, PKK ile Anayasa Yapmak, Pusu ve Katliamların Kronolojisi-PKK'nın Toplu Katliamları” yazmış olduğum kitaplardır.

Sayın Hâkim;

Bunları mahkemenizde anlatmamın nedeni, emperyalizmin PKK terör örgütünü kullanarak ülkemizi nasıl bölmeye çalıştığını en iyi bilen siyasetçilerden birisi olduğumu ifade etmek içindir. PKK'yı akademik ve istihbarati anlamda benim kadar incelemiş başka bir siyasetçi yok. Benim kadar örgütü çalışmış asker, polis, istihbaratçı ve savcı da azdır. Benim siyasetteki temel misyonum; Türkiye'nin toprak ve millet bütünlüğünü savunmaktır. Türkiye'ye karşı sürdürülen PKK terör saldırıları ile 2011 sonrasında başlayan stratejik göç mühendisliğinin hedefi son kertede aynıdır, Türkiye'nin bölünmesi. Stratejik Göç Mühendisliği, belli bir bölgede yaşayan nüfusun devletler veya devlet dışı aktörler; örneğin terör örgütleri tarafından güçlendirilmesi, zayıflatılması veya yapısının değiştirilmesi için göçe zorlanmasıdır. Stratejik Göç Mühendisliği'ni düzenleyenler, nüfusu bir bölgeden başka bir bölgeye göçe zorlayanlar; bu göçler ile askeri ve politik hedeflere ulaşmayı sağlarlar. 2011 sonrasında ülkemiz, Suriye ve Afganistan'dan bir Stratejik Göç Mühendisliği operasyonu ile karşı karşıyadır.

Sayın Hâkim;

Bu noktada günümüzü anlamak için tarihe bakmamız gerekiyor. Bu göçler neden yaptırılıyor? 1974'te gerçekleşen, Arap-İsrail savaşından sonra Arap dünyası, Abbasiler'den sonra ilk kez, milli bilinç ile bir araya geldi. OECD yani petrol satan ülkeler, Batı dünyasına karşı petrol ambargosuna başladılar. Petrol ambargosu, sanayileşmiş Batı'yı ağır bir ekonomik krize itmiştir. Bunun üzerine, Nixon yönetiminin milli güvenlik danışmanı Henry Kissinger, ünlü Ortadoğu tarihçisi B. Lewis'i, uyanan Arap milli bilincinin nasıl ayrıştırılacağı konusunda bir çalışma yapmakla

görevlendirmiştir. B. Lewis ise uzmanlar ile yaptığı bir dizi toplantıdan sonra, ortaya çözüm olarak Arap devletlerinin Osmanlı egemenliği döneminde olduğu gibi, etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca bölünmesi projesini koymuştur. Diğer bir ifade ile bütün Ortadoğu ülkeleri, Lübnan gibi etnisite ve mezhebin siyasal temsili ile yeniden örgütlenmeliydi. Böylece Ortadoğu'yu bölmek ve yönetmek daha kolay olacaktı. Milli kimlik zayıflayacak, milli devlet ve ordular zayıflayacak, milli birlik yok edilecekti.

Sayın Hâkim;

Bernard Lewis'in bu projesini, 1982'de Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı Kivunim Dergisi'nde yayınlanan, Oded Yinon'un “İsrail'in Güvenliği Stratejisi” adlı makale izlemiştir. Oded Yinon, İsrail'in güvenliği için B. Lewis'in önerdiği gibi Irak ve Suriye'nin etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca bölünmesini savunmuştur. Yinon, Irak'ın Basra(Şii), Bağdat(Sünni), Musul(Kürt) şeklinde 3'e bölünmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Yinon, Suriye'nin ise Akdeniz kıyısında bir Nüsaydi devleti, Şam'da bir Sünni Arap devleti, Halep'te Şam'a rakip bir Arap devleti ve Güneyde bir Dürzi devleti olarak 4'e bölünmesi gerektiğini savunmuştur. Arapların Prusyası diye anılan Irak'ın bölünmesi ile büyük bir tehdit ortadan kalkacaktır. Üstelik Irak'ın kuzeyinde İsrail tarafından desteklenen Barzani hareketi, devletleşme imkanı bulacaktır, kuzeydeki komşusu Suriye'nin dörde bölünmesi İsrail'in güvenliğinin sağlanmasını kolaylaştıracaktır.

Birinci Körfez Savaşı, Irak'ın Kuveyt'i işgali sonrasında 1990'da gerçekleşmiştir. ABD'nin Çöl Fırtınası operasyonu sonrasında Irak yenildi. Kuzey Irak'ta de facto bağımsız Kürt bölgesi oluştu. Bernard Lewis, 1992'de 1974'teki planını güncelledi ve iki tespit yaptı. Birinci tespit; Arap milliyetçiliğinin çözülürken İslami kökten dinciliğinin yükseleceği, ikinci tespit ise Ortadoğu'da Lübnanlaşmanın hızlanacağıydı. Bu iki öngörünün de aradan geçen 33 yıl içinde ne yazık ki gerçekleştiğini gördük.

Sayın Hâkim;

11 Eylül 2001'de gerçekleşen El-Kaide saldırılarından sonra, Ortadoğu'nun parçalanması ve yeniden yapılandırılması için; ABD, Büyük Ortadoğu Projesi'ni yürürlüğe koydu. Büyük Ortadoğu Projesi 5 yıl içinde; Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran,

Somali ve Sudan'ı parçalayacaktı. Bu ülkelerin parçalanmasının kararının alındığını 11 Eylül'den kısa bir süre sonra Avrupa'daki görevini bitirip Washington'a Pentagon'a dönen Orgeneral Wesley Clark, Amerikan Genel Kurmay Başkanlığı'nda girdiği bir toplantıda öğrenmişti. ABD Ortadoğu'yu böleceğini gizlemedi. Hatta açık açık ilan etti. Dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, 6 Ağustos 2003'te Ortadoğu'da 22 ülkenin nasıl dönüştürüleceğini açıklayan ünlü makalesini yayınladı. Ortadoğu demokratikleştirilecekti. Irak'a yönelik Amerikan operasyonu, 20 Mart 2003'de başladı. Irak, savaş bitti denildikten sonra yıllar süren iç savaşa sürüklendi ve Amerikan işgali sırasında Lübnanlaştı. Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Sünni Arap, Dışişleri Bakanı Şii Arap, Genelkurmay Başkanı Kürt oldu ve ülkenin kuzeyinde federe Kürdistan kuruldu.

Sayın Hâkim;

Ortadoğu'da bölünecek, 7 ülke arasında Türkiye var mı diye kendinize sormuş olabilirsiniz. Hayır, Orgeneral Wesley Clark'ın saydığı 7 ülke arasında Türkiye yoktu. Ancak bu ülkemizin de bir bölünme projesinin hedefinde olmadığı anlamına gelmiyordu.

Amerikan Savunma Bakanlığı İstihbarat Şubesi müdür yardımcısı Yarbay Ralph Peters tarafından yarı resmi nitelikli Armed Forces Journal dergisinde Haziran 2006'da yayınlanan “Kanlı Sınırlar: Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Görünür” başlıklı makalede, Türkiye'nin bölünmesi ile oluşacak bir Kürdistan'ın, Bulgaristan ile Japonya arasında kurulacak en Batı yanlısı ülke olacağını ileri sürmüştür. Ralph Peters'ın makalesi, Napoli'de NATO Koleji'nde Türk Subaylarının huzurunda sunulunca, ortaya büyük bir diplomatik skandal çıkmıştı.

Sayın Hâkim;

Bu açıklamanın Ümit Özdağ'ın kişisel görüşü olduğunu düşünebilirsiniz. Hayır. Benim yıllardan beri anlattığım, Türkiye'nin bahsedilen proje çerçevesinde parçalanmaya itilmek istendiği artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de resmi görüşüdür. TBMM Başkanı olarak Numan Kurtulmuş; devlet protokolünde 2. sıradadır. Ve önünden bütün devlet istihbaratı geçen az sayıda kişiden birisidir. Kurtulmuş, 20 Mayıs 2025'te yaptığı

açıklamada şöyle diyor; “Bugün geldiğimiz noktada Türkiye, Allah'a çok şükür, uzun bir süredir emperyalist projenin uygulanması sonucu maalesef terörle yıllarını kaybetmiş olan bir ülke olarak artık terörü bütünüyle geride bırakmak, terörsüz bir Türkiye'yi inşa etmek mecburiyetindedir. Dile kolay,100 yıllık Cumhuriyetin ilk döneminin 50 yılı terörle geçmiştir. Ölümle, gözyaşıyla, bombalarla, Silahlarla ve insanların arasında fitneyle, fesatla geçmiştir. 40 bini aşkın evladımız şehit olmuş, binlerce insan dağlarda heba edilmiştir. Değerli kardeşlerim, şimdi tamda bu noktada Türkiye'nin terörsüz Türkiye hedefiyle, Türküyle, Kürdüyle, farklı Etnik unsurlarıyla farklı mezhebi ve meşrebi anlayışlarıyla hep beraber, Hepimiz Türkiye olarak yolumuza devam edeceğiz. Bir olacağız beraber olacağız. Hep birlikte güçlü, büyük Türkiye'yi inşa edeceğiz. Dün Gabar'da ifade ettim, Şırnak'ta ifade ettim. Burada da bir kez daha ifade etmek isterim. Önümüzde iki yol var. Uzunca bir süredir özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ı işgaliyle birlikte başlayan süreçten bu yana bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı büyük bir ayrılık, parçalanma ve dağılma sürecine girdi. Irak paramparça oldu. Suriye param parça oldu. Lübnan yönetilemez hale geldi. Libya ikiye bölündü. Sudan ikiye bölündü. Somali bölündü. bütün Yemen bölündü. bütün bölge ülkeleri ya etnik farklılık ya da mezhep çatışmaları üzerinden hem de kendilerine ait olmayan bir çatışmanın tarafı haline getirilerek, bir kısmı da terör örgütleri marifetiyle bölerek, parçalandı. Bu aziz milletin evlatlarının önünde de iki yol vardı. Ya bizde sarı öküz gibi sıranın bize gelmesini bekleyecek, yani paramparça olacağız, darmadağın olacağız ya da Türkiye'nin insanları, bu aziz vatanın evlatları, Türkler, Kürtler hep beraber bir araya gelerek bir olacağız, beraber olacağız ve bu emperyalist projeyi ters yüz edecektik. Bu yolu tercih ediyoruz ve bu yolda ilerlemeye devam ediyoruz.”

Sayın Hâkim;

Öte yandan, Ortadoğu'da rejimleri devirecek, kitleleri harekete geçirecek bir projenin küresel ısınmanın da çarpan etkisi yapması ile göçleri artıracağını öngören Avrupa Birliği 2004'te Avrupa'yı göçlere karşı korumak için Eufrontex yani Avrupa Kalesi Projesi'ni başlattı. Frontex, Avrupa Kalesi'nin askeri sınır muhafız birliği olarak, AB'nin dış sınırlarını korumak ile görevlendirildi. Frontex bir sınır kolordusu oluşturuyor ve Frontex'in öncelikli görevi göç ile mücadeledir.

Bu arada ilginç bir gelişme de Pentagon'un 1997'de hazırladığı bir raporu 2007'de güncellemesi olmuştur. Bu raporda şu cümleler yer almaktadır: “İklim değişikliği nedeni ile buzlar eriyor. Yeni ticaret yolları açılıyor. İklim değişikliği ABD'nin güvenliğine tesir ediyor. Doğu Akdeniz (İtalya'nın altından İran, Afganistan'a kadar Türkiye dahil) kuraklaşacak. 46 ülke zor duruma düşecek. Güneyden yukarı doğru büyük göçler yaşanacak. Bizim yapacağımız rejim değişiklikleri de bu göçlere çarpan etkisi yapacaktır.”

Sayın Hâkim;

Pentagon'un öngörüsü doğru çıkmıştı. Afganistan, Irak, Pakistan, Yemen, Somali, Filipinler ve Suriye'den 37 milyon insan, 11 Eylül sonrasında gerçekleşen savaşlar neticesinde göç etmiştir.

Yeni küresel bir göç dalgası, ABD'de olduğu gibi Avrupa'da da beklenmekte idi. 2001 yılında Avrupa Parlamentosu'nda küresel ısınma ve göç konulu toplantı yapıldı. Bu toplantıda Avrupalılar, “Dünyanın değişik yerlerinden gelip bir kısmı Türkiye üzerinden Avrupa'ya yönelecek göçü Türkiye'de durduralım. Türkiye durdursun ve geri yollasın.” görüşünü savunmuştu. Türkiye için bir görev emri hazırlanmaktaydı. 2007/2008'de Türkiye'de de ilginç gelişmeler oldu. 15 Ekim 2008'de İçişleri Bakanlığı bünyesinde; İltica ve Göç Bürosu, o zamanlar Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar Dairesi'nde bulunan göç yönetimini, sivil bir kuruluşa devretmek için kurulmuştu. Özellikle 2008 yılında AB Katılım Ortaklığı Belgesi ve yine 2008 tarihli Türkiye'nin AB müktesebatına uygun yeni bir göç kanununun yaratılması ön görülmekteydi.

AB'nin baskısı ile Türkiye, yeni bir göç yasası hazırladı. Yasanın hazırlanması sırasında, toplantılara katılan BM Yüksek Temsilcisi, Hintli kadın diplomatın, “öyle güzel bir yasa çıkarıyorsunuz ki, insanın göçmen olası geliyor…” ifadesi komisyondaki Türk yetkililerin hafızasından çıkmamıştır. Türkiye gerçekten çok liberal bir göç yasası hazırlamıştı. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 2013'te yürürlüğe girmiştir. Böylece Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar Dairesi'nin, başarı ile yaptığı görev, kurulan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'ne devredilmiştir. Yabancılar Uluslararası Koruma Kanunu'nun geri kalan maddeleri 2014'te yürürlüğe girerken, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2015'te çalışmaya başlamıştır.

Sayın Hâkim;

Göç yaklaşırken göçü kolaylaştıracak sanki başka adımlar da atılıyordu. Bunların bir tanesi de sınırımızdaki antipersonel mayınların sökülmesiydi. 1954 yılında Türkiye Suriye sınırına, kaçakçılığın engellenmesi amacı ile 510 kilometrelik bir sınır boyuna 350-400 metrelik bir banda 615.419 mayın döşenmişti. Mayınlar hem kaçakçılığı yavaşlattı hem 1980 ve 1990'larda terörist sızmalarına karşı etkili oldu.

Türkiye antipersonel mayınların sökülmesi ile ilgili Ottowa Anlaşması'nı 25 Eylül 2003'de imzaladı. Türkiye gibi 3 kıtanın kesiştiği bir coğrafyada bulunan, tarih boyunca en temel göç yollarından birisi olan ülkenin böyle bir anlaşmaya imza koyması yanlıştı. ABD, Rusya, Çin, Pakistan, Güney Kore, İran, İsrail, Hindistan, Vietnam, Laos, Suriye, Mısır, Tunus, Suudi Arabistan gibi 34 ülke, Ottowa Anlaşması'nı imzalamamışlardı. Ottowa Anlaşması 1 Mart 2004'te yürürlüğe girdi. Böylelikle Türkiye 1 Mart 2014'e kadar mayınları temizleme yükümlülüğü altına girdi. 2007-2013 arasında Türkiye- Suriye sınırındaki mayınlar, aşamalı olarak temizlenmeye başlandı. Hatta sınırımızdaki 220 kilometre karelik alanda bulunan mayınların; bir İsrail firması tarafından sökülmesi ve bunun karşılığında bu alanın, 49 yıllığına organik tarım için İsrail firmasına verilmesi istendi.

Göçün stratejik bir silah olarak kullanıldığı konusunda yaptığı araştırmalar ile tanınan N. Greenhill, Kitlesel Göç Silahı adlı kitabında şöyle diyor; “Stratejik göç mühendisliği ile bir bölgede göç organize etmek istenildiği de normalde kapalı olan sınırlar açılıp basitçe geçişin kolaylaştırılması sağlanır.” Gerçekten de 2011'de başlayacak olan Suriye iç savaşı öncesinde sınırlarımızdan mayınların sökülmeye başlanması tesadüf ile izah edilebilecek bir husus değildi. Suriye'den Türkiye'ye göçü zorlaştıracak mayınlar hemen Suriye iç savaşı başlamadan önce sökülmeye başlandı. Avrupa Birliği, Frontex ile sınırlarında ki savunmayı arttırırken Türkiye sınırlarından geçişi kolaylaştırdı.

Sayın Hâkim;

Irak 2003'te işgal edilmiş, Irak ordusu parçalanmıştı. Irak bürokrasisi yıkılmış, devlet cihazı tahrip edilmişti. Irak, Sünni-Şii eksenli, kanlı bir iç savaşa sürüklenmişti. Bu iç savaş devam ederken, 1991'de Irak'ın kuzeyinde oluşturulan Barzani/Talabani yönetimleri bölgesi ise, görece güvenli şekilde devletleşme yolunda ilerliyordu. Artık sıra Suriye iç savaşına gelebilirdi.

Sayın Hâkim;

2009 yılında Fransız eski Dışişleri Bakanı Roland Dumas Londra'yı ziyaret etti. İngiliz Dışişleri ve güvenlik bürokratları kendisine bir teklifte bulundu: “Suriye'de bir istikrarsızlaştırma programı yürürlüğe koyduk. Bize katılır mısınız?” Roland Dumas olayı şöyle anlatıyor: “Suriye'de çatışmalar başlamadan yaklaşık 2 yıl önce İngiltere'ye gitmiştim. Orada Suriye ile ilgili olmayan başka bir konu için bulunuyordum. İngiliz bürokrat dostlarımdan bir kısmı ile görüşmeler yaptım. Suriye'de yaptıkları bazı hazırlıklar konusunda beni ikna etmeye çalışırken bir itirafta bulundular. İngilizler Suriye'yi işgal etmek için milis kuvvetler hazırlıyorlardı. Hatta bana da eski bir Dışişleri Bakanı olarak, bu işe katılmak isteyip istemediğimi bile sordular. Elbette kabul etmedim ve ilgilenmedim. Ben Fransız'ım ancak şunu söylemeliyim ki; bu operasyonun geçmişi çok eskilere dayanıyor. Bu operasyon tasarlanmış, hazırlanmış ve planlanmış. Ne amaçla hazırlanmış? Suriye Hükümeti'ni devirmek için hazırlanmış çünkü bu rejim bölgede İsrail karşıtıdır. “

Aynı dönemde Türkiye-Suriye ilişkileri mükemmeldi. Suriyeli bakanlar, kendilerini Türk bakanların adeta müsteşarı gibi görüyorlardı. Beşar Esad, ülkesini Rusya-İran ekseninden çıkararak, Türkiye üzerinden Batıya yaklaştırmak için çalışıyordu. Türk iş dünyasının Suriye'ye yatırımları artarak devam ediyordu. Ankara'da kimse Suriye'nin bir iç savaşa sürüklendiğini görmüyordu.

Oysa görenler vardı, Türkiye'ye yönelik bir göç dalgasının geleceğini gören Avrupa Birliği; Ankara, İzmir, Van, Erzurum, Gaziantep, Kırklareli ve Kayseri'de Türk halkının mültecilere karşı tavrını araştıran bir saha araştırması yapıyor ve “Arkadaki Yaşamlar ve Algıdaki Yaşamlar Projesi Araştırma Raporu” denilen bu raporun ilk cümlesi şöyle söylüyordu: “Türkiye son 20 yıl içinde küresel göç bağlamında önemli bir aktör haline geldi.” Oysa 2011 senesi itibariyle Türkiye'de sadece 10 bin Suriyeli vardı. Rapor ise gelecek milyonları öngörerek hazırlanmıştı.

Nitekim AB, Türkiye'de 2011'de göç araştırması yaparken, Yunanistan 2012'de Türkiye sınırına tel çit, elektronik gözetleme sistemleri ile donatılmış yüksek duvarlar inşasına başladı.

Sayın Hâkim;

Tunus'ta 17 Aralık 2010'da bir gencin kendisini yakması ile halk ayaklanması başladı. Bu ayaklanma Arap Baharı adı ile Mısır, Libya, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Suriye'yi etkiledi. Libya'da ve Mısır'da rejimler yıkıldı.

18 Mart 2011'de Dera'daki gösteriler Suriye iç savaşının fitilini yaktı. 2011 yazında Suriye'de iç savaşı başlamıştı. Ak Parti hükümeti bir süre Beşar Esad'ı göstericilere karşı yumuşak davranmaya ikna etmeye çalıştı. Beşar Esad'ın Erdoğan ve Davutoğlu'nun tavsiyelerini dinleme niyeti var ise de bir yandan Suriye güvenlik güçlerine karşı artan saldırılar diğer yandan BAAS rejiminin sertlik yanlısı unsurları Beşar Esad'ın hareket alanını daraltıyordu. Öte yandan Libya'da Kaddafi'nin, Batı tarafından nasıl yıkıldığını gören Rusya ve Suriye üzerinden Lübnan ve Hizbullah ile bağ oluşturan İran, Besar Esad'a destek vereceklerini ortaya koymaya başlamışlardı.

Bu dönemde Mısır'da Müslüman Kardeşlerin, Arap Baharı rüzgarı ile iktidara gelmesi Ak Parti'de direnen, söz dinlemeyen Beşar Esad'ı tasfiye ederek, Müslüman Kardeşleri Suriye'de de iktidara getirme düşüncesini benimsenmeye başlamıştır. Beşar Esad'ı Rusya ve İran'dan tam kopararak, demokratikleşme zorlamanın yerini kısa sürede ABD ile birlikte Beşar Esad'ı devirme politikası almıştır. Türkiye üzerinden selefi cihatçıların Suriye'ye girişi başlatılıştır. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun planı şöyleydi: Suriye'de, Esad'a karşı direniş büyüyecek, çatışmalardan etkilenen halk Türkiye göç edecek. 100 bin civarında Suriyeli Türkiye'ye geldiği zaman, Birleşmiş Milletler Suriye'ye müdahale kararı alacak ve ABD, NATO VE Türkiye'nin müdahalesi ile Beşar Esad rejimi devrilecekti.

Davutoğlu, “Eğer bize gelen mülteci sayısı 100 bini geçerse, bunları barındıracak yerimiz yok, onları Suriye içinde barındıracak yerimiz yok, onları Suriye içinde barındırabilmeliyiz. Suriye sınırları içinde bir güvenlikli bölgede BM kampları kurulmalıdır” açıklamasını yaptı.

Davutoğlu'nun NATO askeri müdahalesi öngörüsü tutmadı. Rusya ve Çin, BM müdahalesini Güvenlik Konseyi'nde red oyu vererek engelledi. İran, Beşar Esad'a desteği artırdı. Hizbullah, Şam'a destek verdi ve nihayet Rusya iç savaşa müdahale etti. ABD ve Türkiye muhalefeti desteklemeye devam ettiler. Davutoğlu'nun büyük umutlar beslediği Müslüman Kardeşler'in Suriye'de güçlü olmadığı ortaya çıktı.

Sayın Hâkim;

Davutoğlu'nun Suriye'de muhalefeti destekleyerek Beşar Esad'ı devirme planını yürürlüğe koyduğu dönemde, Suriye görev gücü denilebilecek kadrolarda tanıdığım kişileri çok uyardım. Türkiye, Suriye'de rejim devirebilecek ölçüde büyük bir operasyonu yapabilecek kadar Suriye'yi tanımıyor uyarısında bulundum. 2011'de Türk Dış İşleri Bakanlığı'nda Arapça bilen diplomat sayısı Polonya Dış İşleri Bakanlığı'ndaki Arapça bilen diplomattan daha azdı. Türkiye'nin böyle bir operasyon yönetebilecek deneyimi yoktu. Nitekim Müslüman Kardeşlerin gerçek gücünü Davutoğlu öngörememişti. Suriye muhalefeti hızla selefi cihatçı bir eksene kaydı. Suriye iç savaşı uzadıkça uzadı. Türkiye'ye göç hızlandı ve Suriye iç savaşı daha da tırmandı. 2011- 2013 yılları arasında Suriye muhalefeti ilerleyen güçtü. Esat rejimi sürekli geri çekiliyor, toprak ve kaynak kaybediyordu. Ancak 2014'te Suriye muhalefetinin iç çatışmaları arttı. Esad, muhalefetin iç çatışmalarından istifade ederek, Şam, Hama ve Humus'ta kontrolü tekrar sağladı. 2015'te Rusya, Hava Kuvvetleri ile Suriye ordusuna etkin destek vermeye başladı. Bu destek Şam rejimini daha da güçlendirdi. Şam; Halep'i tekrar ele geçirirken, Halep'teki muhalif orgütlerin İdlib'e çekilmesi konusunda anlaşıldı. Türkiye'nin demografik yapısı bu göç ile hızla değişmeye başladı. Davutoğlu'nun kırmızı çizgi ilan ettiği, 100 bin sınırı defalarca aşıldı. Göç İdaresi Başkanlığı'nın resmi web sitesine baktığımız zaman, Suriye'den Türkiye'ye resmi göç rakamlarını şöyle görüyoruz:

2012 - 14 bin 237

2013 - 224 bin 665

2014 - 1 milyon 519 bin 286

2015 - 2 milyon 505 bin 549

2016 - 2 milyon 834 bin 441

2017 - 3 milyon 426 bin 786

2018 - 3 milyon 623 bin 192

2019 - 3 milyon 576 bin 376

2020 - 3 milyon 641 bin 370

2021 - 3 milyon 737 bin 369

2022 - 3 milyon 535 bin 898

2023 - 3 milyon 214 bin 788

Bu sayılar iç savaşın başladığı 2011 ile 2013 arasında ülkemize gelen Suriyeli sayısının yatay bir seyir eğilimi izlediğini gösteriyor. Bu dönemde ana çatışma ekseni, Suriye Silahlı Kuvvetleri ile Muhalif Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasındadır.

Ülkemize yönelik göç, 2013-2015 döneminde tırmanmıştır. 2013'ten 2015'e kadar artış 10 kattır. 2013-2015 arasında, Suriye iç savaşında, IŞİD ve PKK/YPG etkisinin arttığı yıllardır. IŞİD ve PKK/YPG'nin 2013-2015 yılları arasında hem birbirleri ile yoğun bir çatışma içinde olduğu hem de Suriyelileri etnik temizlik ile Türkiye'ye göçe zorladıkları görülmektedir. Özetle emperyalizm bu iki terör örgütünü kullanarak, Kitle Göç Silahı diye anılan bir yöntem ile milyonlarca Suriyeliyi göç ettirmiştir. 2016'da ise Rus ordusu ve Suriye ordusu Türkiye'ye yönelik göçü tırmandırdı.

2024 yılına gelindiğinde Türkiye'de değişik statülerde kayıtlı olan yabancı nüfusa Göç İdaresi Başkanlığı verileri ile bakalım:

İkamet izinli yabancılar: 1 milyon 116 bin 703 (27 Haziran 2024 itibarıyla)

2010'dan itibaren yakalanan “toplam” düzensiz göçmen sayısı: 2 milyon 340 bin 052 (27 Haziran 2024 itibari ile)

2010'dan itibaren “toplam” Uluslararası Koruma Başvurusu: 647 bin 679 (2023 sonu itibari ile) ülkeye yerleştirilen Suriyeli: 67 bin 277 (2016-2024 arası)

Türk Vatandaşlığı verilen Suriyeliler: 237 bin 995 (2023 sonu itibari ile).

Özetle, Arap baharı ve Suriye iç savaşı döneminde 7 milyon 522 bin 389 yabancı, kayıtlı olarak Türkiye'ye gelmiştir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, “27 Haziran 2024 itibari ile ülkemizde ikamet izni, geçici koruma ve mülteci / şartlı mülteci statülerinde toplam 5 milyon 276 bin 471 yabancı bulunmakta.” demektedir.

Kayıtsız olarak 2 milyona yakın kaçak Suriyeli'nin yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusun en yoğun olarak yaşadığı şehirler Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Hatay,

Osmaniye, Kahramanmaraş, Adana, Mersin, Konya, Bursa, İzmir, Ankara ve İstanbul'dur. Bu nüfusun Türkiye'ye gelmesi bir Stratejik Göç Mühendisliği idi.

Ülkemize yönelik bu Stratejik Göç Mühendisliğinin iki hedefi vardı. Birinci hedef; Suriye'nin kuzeyindeki Arap nüfusu kuzeye, Türkiye'ye itmek ve boşalan coğrafyayı PKK-YPG'nin denetimine vermekti. Bu hedefe ne yazık ki büyük ölçüde ulaşıldı. Eğer 15 Temmuz sonrasında Fırat Kalkanı ve Afrin Hareketleri yapılmasa idi PKK/PYD'nin Lazkiye'ye kadar ulaşması mümkündü. Peki, Fırat Kalkanı operasyonu neden 15 Temmuz'dan hemen 40 gün sonra (24 Ağustos 2016); TSK, FETÖ'cü darbenin ağır sarsıntılarını yaşarken, yüzlerce general, binlerce subay ve astsubay ordudan atılırken gerçekleştirildi? Çünkü durum çok acil, tehlike çok büyüktü. Bu operasyonun çok daha önce yapılmış olması gerekiyordu. Ancak TSK'daki FETÖ'cü yapılanma, Türkiye'yi zayıflatmak amacı ile Suriye'ye askeri operasyonu ve terörle etkin mücadeleyi engelliyordu.

İkinci hedef ise Türkiye'nin demografik yapısını bozmaktı, Emperyalizm bütün çabasına rağmen ülkemizde iç karışıklık çıkaramadı. PKK'nın yaptığı provokasyonlar, katliamlar Aydınlı ve Hakkariliyi, Şırnaklı ile Tekirdağlıyı karşı karşıya getiremedi. Çünkü hepimiz aynı milletin evlatlarınız. Emperyalistler; Türkiye'nin iç dinamiklerinin Türkiye'yi bir kaosa, iç çatışmaya sürüklemeyeceğini anlayınca; Suriye ve Afganistan gibi iç savaş yaşamış toplumların travmalı insanlarını ülkemize getirerek, bu insanlar üzerinden ve onların içine gizledikleri unsurlar ile sosyal ve politik kaosu tetiklemeyi hedeflediler. Stratejik Göç Mühendisliği ile bu iki hedefe ulaşılmak hedeflendi.

Sayın Hâkim;

Ülkemize yönelik Kavimler Göçü gibi büyük bir göç konusunda endişelenmemeli miyiz? Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik 8 Aralık 2020'de yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Eğer Türkiye insani ve vicdani nedenler ile göçü durdurmasaydı Avrupa reel politiği alt üst olacaktı. Avrupa demokrasileri tamamen çökecekti”. Demek ki ortada muazzam bir tehdit var.

25 Şubat 2023'de, AKP Genel Başkan Yardımcısı Efkan Ala; “Türkiye bölgede aldığı insiyatiflerle Avrupa'nın güvenliğine katkıda bulunmaya devam etmektedir.” açıklamasını yapmıştır.

Keza dönemin Ak Parti genel başkan yardımcısı Cevdet Yılmaz, 22 Kasım 2022'de “Nitekim bu göçmen meselesinde Türkiye Orta Doğu'da istikrar sağlayan bir ülke konumunda olmazsa bugün Avrupa hem güvenlik hem başka insani sorunlarla daha fazla karşı karşıya kalmış olurdu” demiş.

Başbakan Binali Yıldırım ise 24 Kasım 2016'da şöyle demişti: “Düşünün, Türkiye olmasa ne olacak? bütün bu Ortadoğu'dan; kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın mülteciler Avrupa'yı istila edecek ve çok büyük bir sorun yaşamak zorunda kalacaklar.”

Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 3 Mayıs 2019'da “Bugün Avrupa ülkeleri hala huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur” demiştir.

Avrupa Birliği 27 ülkeden oluşur. 27 ülkenin toplam yüzölçümü 4 milyon 233 bin 262 km² ve toplam nüfusu 449 milyondur. AB'nin 1 yıllık GSMH'ı 18 trilyon dolardır.

Sayın Hâkim;

Türkiye'den yaklaşık 5 kat daha büyük bir coğrafyaya yayılan ve 5 kat fazla nüfusa sahip olan, GSMH'sı 18,4 trilyon USD olan, Türkiye'den 17 kat zengin olan AB için tehdit oluşturduğu; Erdoğan, Yıldırım, Ömer Çelik, Efkan Ala, Cevdet Yılmaz tarafından ifade edilen göç dalgası, Türkiye için tehdit oluşturmaz mı? Bu kadar büyük bir göç yükünün Türkiye'ye yüklenmesi Türkiye'ye yapılmış büyük bir haksızlık değil mi?

Sayın Hâkim;

Ben ve genel başkanı olduğum Zafer Partisi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin göç konusunda Türkiye'ye büyük haksızlık yaptığını düşünüyor ve bu haksızlığa itiraz ediyoruz. Türkiye'yi adeta göçmen deposu haline getirdiklerini görüyoruz. Erdoğan da Şubat 2016'da şöyle diyor: “Bu göç akımının en büyük sebebi Rusya ve Esad rejiminin başlattığı sivil halkı hedef alan saldırılardır. BM'nin saldırıyı yapanlara karşı tedbir almak yerine ülkemize çağrıda bulunması, samimiyetsizliktir. Neymiş, kapınızı açın onları alın. Sen ne işe yarıyorsun Birleşmiş Milletler, senin görevin ne? Bu mülteciler için sen ne kadar destek verdin? Ayıptır ayıp. Bu BM teşkilatı bu iş için kurulmadı.

Dünyadaki diğer ülkelerin kabul ettiği mülteci sayısı ne kadar? Bizim alnımızda enayi yazmıyor. Biz bir yere kadar sabır sabır, ondan sonra gereği neyse onu yaparız. Herhalde otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor. Bu nasihatı veren BM, diğer ülkelere biraz nasihat versin de o mültecileri başka ülkelere gönderelim.”

Sayın Hâkim;

Erdoğan'ın Şubat 2016'da söyledikleri göstermektedir ki Cumhurbaşkanı daha 10 yıl önce dünyanın, BM'nin göç konusunda Türkiye'ye büyük haksızlık yaptığını düşünmektedir. Gerekirse Suriyelileri otobüs ve uçaklar ile başka ülkelere yollayabileceğini ifade etmektedir. Erdoğan'ın 2016'da söylediklerini 2021'den itibaren daha sistemli olarak söyleyen Zafer Partisi olmuştur. Erdoğan haksızlık yapıldığını söylediği zaman doğru, biz söyleyince suç mu oluyor? Erdoğan, Suriyelileri uçak ve otobüsler ile 3. ülkelere yollayabileceğini ifade edince doğru, Zafer Partisi sığınmacıları iç savaşın bittiği Suriye'ye otobüs ve gemilerle yollayacağını söyleyince yanlış mı oluyor?

Üstelik Erdoğan, Bulgaristan'da din ve milliyet değiştirmeye zorlanan 300 bin Türk'ün, dönemin ANAP iktidarı tarafından kabul edilmesine çok sert karşı çıkmıştı.

Erdoğan şöyle söylemişti; “Ne dedi Bulgaristan'a? Gelin dedi ya ne kadar varsa gelin dedi. Tamam güzel gelin diyorsun ama bak Ahmet Mehmet asgari ücrete talim ediyor. Ülke insanı aç, kadınını satıyor, kızını satıyor, çalıştırıyor. Sen buna çözüm bulamamışken, gelin diyorsun. Bunları nereye yerleştireceksin?

Kapıkule'de bir anons: Muamelesi biten soydaşlarımız istediği yere gidebilir. 780 bin kilometre kare emrinize amadedir. Eee tabi bu insanlar geldi. Kim geldi? Casus mu değil mi? Bir de bakıyorsunuz ki Ercüment Konuk falan çıkıyor. Gelenlerin içinde 5 bin casus var.

Ey Allah'ım Yarabbi. Bu nasıl perhiz bu nasıl lahana? Bu nasıl bir devlet anlayışı?

Adam sana vize üstüne vize uyguluyor, sen oradan Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için kovulan 300 bin insan, dikkat edin bu ifademe, nazik ifade olduğu için söylüyorum dikkat edin 300 bin insan kovuluyor. Ve adam ne diyor 'Biz onları Türk olduğu için kovmadık. Bunlar Bulgar vatandaşı Müslümanlardır' diyor.

Ve biz bu insanların oradaki haklarından vazgeçiyoruz, isteyen istediği yere gider diyoruz. Nereyi veriyoruz, okul yurtlarını onlara veriyoruz. Okullar açılıyor, başınızın çaresine bakın diyoruz. Eee başının çaresine nasıl bakacak bu insanlar?"

Sayın Hâkim;

Bu kadar büyük bir göç Türkiye'ye ekonomik, demografik, kriminal, sosyolojik, kültürel yükler yüklemez mi? Erdoğan 28 Şubat 2019'da 2011-2018 arasında harcanan paranın 37.5 milyar dolar olduğunu açıkladı. Bu rakamı kriter alırsak 2025'e kadar harcamaların en az 80 milyar dolara çıktığı görülecektir. Türkiye'de ekonomik krizin derinleşmesinin bir nedeni de şüphesiz sığınmacı krizinin ülke ekonomisine getirdiği büyük yüktür.

Sayın Hâkim;

Türkiye'nin düşmanları, stratejik göç mühendisliğini tasarlayanlar elbet bu durumu istismar edeceklerdir.

Demografik değişimin olası etkileri, yabancı uzmanlar tarafından da dile getirilmeye başlandı. Ryam Gingeras, Yunan kökenli Amerikan Harp Akademisinde Türkiye uzmanıdır. Gingeras Türkiye'nin dostu değildir.

Osmanlı'nın son ve Cumhuriyet'in ilk dönemi konusunda uzmandır. “Eroin, Organize Suç ve Modern Türkiye'nin Oluşumu” adlı kitabı ise Türkiye'deki suç dünyasını inceler. Ginperas, Ankara'nın Bağlariçi semtinde araştırmalar sürdürmüş, Mayıs 2016'da şu tespiti yapmıştır; “Bağlariçi'nde yaşanan sorunlar, Türkiye'nin gelecek 10 yıllarında karşısına çıkacak derin yaşamsal krizi yaşayacağını gösteriyor.” Türkiye'nin dostu olmayanlar Türkiye'ye gerçekleşen göçü ülkemizin zaafı olarak görmeye başladıklarını ortaya koymuşlardır. Bunun anlamı bu zaafı istismar edecekleridir.

Suriyeliler bombalandıkları için gelmediler, gelmeleri için bombalandılar. Suriye halkının ülkesi bir felakete sürüklenirken, Suriye halkı da göçün sefaletini yaşamaya başladı. Suriye halkından 10 yıl önce de Irak halkı benzer bir iç savaşı ve felaketi yaşamıştı. Oded Yilon'un “parçalanmalı” dediği iki devlet iç savaş yaşamış ve etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca ayrışmışlardır. Ve şimdi içinden geçtiğimiz günlerde;

İsrail Suriye'de yeni rejimi yıkmak, Suriye'yi parçalamak için çalışmaktadır. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar ''Suriye parçalanmalıdır'' demiştir. İsrail'in bölgedeki uzantısı PKK/YPG de federasyon adı altında Türkiye'nin karşı çıkmasına rağmen Suriye'nin parçalanması sürecinin parçası olmaktadır.

Sayın Hâkim;

Ortadoğu'da büyük bir Kürdistan'ın kurulması için Irak ve Suriye'nin bölünmesi yetmiyor. Dört ülkenin parçalanması gerekiyor. Irak, Suriye, İran ve Türkiye. Irak ve Suriye parçalanmıştır. Artık hedefte İran ve Türkiye vardır. Hamas'ın İsrail'e saldırması sonrasında (7 Ekim 2023) İsrail'deki en ırkçı İsrail hükümeti uzun yıllardır hazırlandığı bir savaş için fırsat bulmuş ve Gazze'yi yok etmiş, Lübnan'da Hizbullah'ı büyük ölçüde tasfiye etmiş, Suriye'deki İran güçlerini imha etmiş, Şii milisleri çekilmeye zorlamış, Beşar Esad rejiminin yıkılmasını sağlamış, Suriye ordusunun kalan silah ve cephane envanterini yok etmiştir. Golan Tepelerini işgal etmiştir. Suriye'nin kuzeyindeki PKK/YPG ise İsrail'i doğal müttefiki olarak görmektedir. İsrail dört Arap devletini yendiği 1967 savaşından bu yana Ortadoğu'da bu kadar bir jeopolitik avantaj elde etmemiştir.

PYD, Beşar Esad'ın devrilmesinden sonra yeni Şam Yönetimi ile görüşmelere başlamıştır. PYD özerklik federasyon çizgisinde talepleri gündemde tutmaktadır. Şam buna karşı çıksa dahi, PYD federasyonu kurarlarsa ve kontrolünde tuttuğu bölgeyi “federe Kürdistan” ilan ederse, Şam'da ki yeni rejimin bu adımı askeri güç ile durdurması mümkün değildir. Çünkü YPG, Şam rejiminden askeri olarak daha güçlüdür. İsrail sürekli Şam yönetiminin kontrolünde tuttuğu bölgedeki askeri tesis, silah ve cephanelikleri bombalayarak, Şam'ı PKK/YPG karşısında daha da zayıf konuma itmektedir.

Özetle Suriye politikasının sonu Beşar Esad'ın devrilmesi Türkiye'de 5 milyon kayıtlı Suriyeli sığınmacının gelmesi, yüz milyarlarca dolar maliyet, Suriye'de PKK/YPG'nin belirli bir bölgede devletleşerek Şam siyasetine ortak olması, El-Kaide kökenli Colani'nin Suriye Devlet Başkanı olması ve Suriye'nin parçalanmanın eşiğine gelmesidir. Ve İsrail'in, güney Suriye'yi işgal ederek müttefiki PYD ile coğrafi yakınlık oluşturması da Türkiye için bir maliyettir.

Ve İsrail şimdi Suriye ve Lübnan'daki güçleri imha edilen, içeride büyük ekonomik kriz yaşayan İran'a, İran'ın nükleer tesislerini de hedefleyen bir saldırıya hazırlanmakta ve ABD yönetimini buna ikna etmeye çalışmaktadır. İran bu saldırıyı engellemek için bir yandan Rusya ile askeri anlaşma imzaladı, diğer yandan ABD ile nükleer konularda anlaşma sağlamaya çalışıyor. Çünkü Tahran'da İsrail'in saldırısı sadece nükleer tesisler ile sınırlı kalmayacak, aynı zamanda İran'ın etnik fay hatları boyunca başlayacak bir iç savaşı da tetikleyeceğini biliyor.

Sayın Hâkim;

Ülkemize Stratejik Göç Mühendisliği ile gelenler sadece Suriyeliler değildir. Ülkemize yönelik büyük bir Afgan göçü vardır. Türkiye'de Haziran 2023 itibarı ile 2 milyon civarında Afgan olduğu tahmin edilmektedir. 2014-2022'nin ilk 4 ayı arasında, Türkiye'den sınır dışı edilen Afgan sayısı 493.968'dir.

Sayın Hâkim,

Her sınır dışı edilen yabancıya karşılık 2 tane içeride kalmaktadır. Türkiye'deki Afgan yurttaşlarının 2022'de kendi aralarında oluşturdukları kayıtlara göre 1 milyon 750 bin Afgan ülkemize girmişti. Amerikan ordusunun Afganistan'dan çekilmesi sonrasında, Amerikan ordusu ile Taliban'a karşı savaşan Afgan ordusu birlikleri, ABD ile İran arasında yapılan anlaşma çerçevesinde İran'ı geçerek, Türkiye'ye sınırdan engellenmeden, çoğu yerde görüntüleri de tespit edilmiştir, geçerek askeri üniforma ve askeri yürüyüş ile sınırımızı aşmış ve Türkiye içinde dağılmıştır. Afgan ordu birliklerinin nerede olduğu bilinmemektedir. Afgan göçünün Türkiye'ye yönlendirilmesinin arkasında da ABD'nin olduğu görülmektedir. 16 Kasım 2018'de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu şöyle demektedir:

“sadece Suriye değil, aslında bir problemimiz daha var, bu da Afganistan kaynaklı düzensiz bir göçtür. Şunu açık ve net söyleyeyim; burada Amerika net bir oyunla karşı karşıyadır. Amerika'nın Afganistan'daki büyükelçisi kimdir? 15 Temmuz darbesindeki büyükelçidir. Peki, afyon üretimi en çok ne zaman artmıştır? O oraya gittikten sonra. Peki, bir soru daha; Afganistan kaynaklı düzensiz göç ne zaman artmıştır? O adam oraya gittikten sonra.”

Sayın Hâkim;

Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu; ABD'nin, Afganistan'dan Türkiye'ye yönelik stratejik göç mühendisliği yaptığını ifade etmiştir. Ve Süleyman Soylu sadece Afganistan'ın değil, Suriye'nin de sorun olduğunu ifade etmiştir. Afganistan'dan Türkiye'ye, İran'ı aşarak ulaşacak şekilde bir stratejik göç mühendisliği yapan ABD'nin; Suriye'den Türkiye'ye yönelik göç mühendisliği yapmadığını düşünmek mümkün değildir.

Sayın Hâkim;

Ülkemize yönelik kavimler göçüne benzer göç dalgalarının tek nedeni Suriye ve Afganistan'dan yapılan stratejik göç mühendisliği değildir. Küresel ısınma da, küresel boyutta göçleri teşvik etmektedir. Güney ve Orta Amerika'dan, Kuzey Amerika'ya, Afrika, Pakistan, Afganistan, Bengaldeş'ten Anadolu ve Avrupa'ya göçler gerçekleşmektedir.

Tarih boyunca iklim değişiklikleri ile göçler arasında yoğun bir ilişki olmuştur. Biz Türklerin Göç Destanı aslında bir iklim değişikliğini anlatır. Orta Asya'da iç deniz kurumuştur. Çölleşme yaygınlaşmıştır. Kurtlar, kuşlar “Göç, göç” diye bağırmıştır.

4. yüzyılda başlayan Kavimler Göçü'nün bir nedeni de; soğuyan havanın, Hunlar ile birlikte Asya ve Doğu Avrupa kavimlerini Roma İmparatorluğu topraklarına itmesi olmuştur. Küresel ısınma beraberinde seller, fırtınalar, tayfunlar, hortumlar, yağışların azalmasıyla orta ve uzun vadede kuraklığa, çöllenmeye, buzulların erimesiyle, deniz seviyesinde yükselmeye ve deniz kenarındaki yaşam alanlarını sular altında bırakarak yükselmelere neden olacaktır. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli 1990 yılında, iklim değişikliğinin büyük göçleri tetikleyeceğini açıklamıştır.

Küresel ısınma yeni göçler için zemin hazırlarken, dünya nüfusu ve özellikle komşu ülkelerin nüfusu hızla artmaktadır. 2030'a kadar dünya nüfusunun 750 milyon artacağı öngörülmektedir. Irak, Suriye, ve İran'ın nüfusları, 2030'a kadar 25 milyon, 2050'ye kadar 65 milyon artacaktır. Mısır'ın nüfusunun, 2050'ye kadar 53 milyon artması beklenmektedir. Öte yandan Avrupa'nın nüfusu, 2030'a kadar 6 milyon, 2050'ye kadar 33 milyon azalacaktır. Avrupa'nın azalan nüfusu, nüfus artan bölgelerden Avrupa'ya Anadolu üzerinden nüfus çekecektir, çekmeye başlamıştır.

Ortadoğu'da nüfus artarken, artan sıcaklıklar, azalan yağış, tatlı su kaynaklarının azalmasına neden olacaktır. Muğla-Şanlıurfa iklim kuşağında, yıllık ortalama sıcaklık, Kahire iklim kuşağı seviyesine çıkacaktır. Eğilimin böyle devam etmesi durumunda; 21. yüzyılın sonunda, Dicle ve Fırat havzalarının kuruması beklenmektedir. Önümüzdeki 30 yılda; Irak, Ürdün, İsrail, Lübnan ve Suriye'de yeraltı suları azalacak, artan nüfus, azalan gıda üretimi ve su kaynaklarının kuruması, sınırımızda çatışmalara ve ülkemize yönelik göçlerin artmasına neden olacaktır.

Sayın Hâkim;

Su kaynakları kıtlığı, büyük bir öneme sahiptir. Hz. Muhammed, Mekke'den Medine'ye hicret etmiştir. Peygamberimiz ile birlikte hicret edenlerin sayısı 183'tir. Ensar Medineliler, Muhacir Mekkelileri büyük bir kardeşlik sevinci ile karşılamışlardır. Ancak bir müddet sonra Ensar ve Muhacirler arasında özellikle su kaynakları için tartışmalar çıkmıştır. Hz. Muhammed bu hususta hakem tayin edilip hüküm vermiştir. Ancak Peygamberimizin hükmüne itibar edilmemesi üzerine, Nisa Suresi 65. ayet nazil olmuştur. Bu vakıa da su kaynaklarının ne denli önemli olduğunu göstermektedir.

Sayın Hâkim;

Nüfus artışı, küresel ısınma, azalan tarımsal üretim ve azalan su kaynakları iklim mültecilerinin sayısını artıracaktır. Dolayısıyla kıt kaynaklar için çatışmalarda artacaktır.

Bugün ülkemizin Kahire iklim kuşağına kayan bölgesinde olan Mersin, Adana, Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa'da halen mevcut Suriyeli geçici koruma altındaki sığınmacılar kalır ise Türklerden çok daha yüksek olan doğum oranı ile anılan bölgede nüfus dengeleri radikal şekilde Türkler aleyhine değişecektir. Türkiye'nin güneyinde de iklim değişikliği nedeni ile kaynak paylaşımı çatışmalarının başlaması kaçınılmaz olacaktır.

Avrupa iş piyasasına erişmek amacıyla; Ortadoğu'dan Türkiye'ye, Afrika'dan Türkiye'ye, küresel ısınma kaynaklı göç zaten başlamıştır. Daha şimdiden Türkiye'de

2 milyona yakın Afrikalı çoğu kaçak, turist; ikamet izinli insan olduğu tahmin edilmektedir.

Güney Asya'dan ve Afrika'dan Türkiye'ye gelen ve önemli bir bölümü, Türkiye'de kalacak olan iklim mültecileri ülkemizde halen bulunan milyonlarca geçici koruma altındaki Suriyeli, kaçak Suriyeli, Afgan, Afrikalı, Libyalı, Mısırlı, Pakistanlı vesair ülkelerden gelen nüfusla birleşince, Türk nüfusun azaldığı gerçeği ile birlikte Türkiye bir beka sorunu ile karşı karşıya kalacaktır.

Sayın Hâkim;

Küresel ısınma ve göçler ABD ve AB'nin 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren uyguladıkları göç politikalarını değiştirmesine neden olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrasında, mülteci hukukunun şekillenmesinde Nazilerin yapmış olduğu Yahudi Soykırımına Batı dünyasının duyarsız kalmasından duyulan utanç büyük rol oynamıştır. Çünkü Yahudiler, Nazi imha makinasından kaçmak istediklerinde, sığınma hakkı elde edememişlerdi. Bundan dolayı, 1951'de hazırlanan ve uluslararası mülteci hukukunun çerçevesini oluşturan Cenevre Konvansiyonu, liberal bir mülteci hukuku oluşturmuştur.

Ancak 21. Yüzyılın başında yaşanan küresel ısınma ve Corona virüs salgını sonrasında başlayan göç dalgaları, AB ve ABD'yi liberal mülteci hukukunu tasfiyeye yönlendirmiştir. Avrupa Birliği mülteciler hukukunu ve uygulanmasını sertleştirmeye başlamıştır. 2019'da Avrupa Birliği, Mülteciler Komiserliği'ne Alman Ursula von der Leyen, görev dağılımında göç konusunu “Avrupalı Yaşam Biçimini Korumak” adı verilen dosyaya dahil etmiştir. Almanya gibi nüfusunun yüzde 24'ünü yabancıların oluşturduğu bir ülke bile, Nazi geçmişinin ağır psikolojik korkusuna rağmen liberal mülteci hukukunu tasfiye etmektedir. Mülteci karşıtı Alternative für Deutschland adlı partinin, 15 senedir önerdiği politikalar ve hukuki önermeler Hristiyan demokrat CDU tarafından yaşama geçirilmektedir. Buna rağmen Alternative für Deutschland oylarını artırmaktadır.

Özellikle Afrika'dan Avrupa'ya göçlerin köprü başı olan İtalya'da da, göç karşıtı Meloni'nin Fratelli d'Italia isimli partisi iktidardadır. Avrupa kendisini; hem AB'nin yeni hukuki düzenlemeleri hem AB ülkelerinde göç karşıtı siyasi partilerin güçlenmesi ile savunmaktadır. Avrupa Birliği 10 Nisan 2024'te Avrupa Parlamentosu'nda “AB Göç ve İltica Paketi” kabul edildi ve Avrupa Konseyi tarafından 14 Mayıs 2024'te onaylandı. Paketin amacı AB'nin dış sınırlarının güçlü ve güvenli hale getirilmesidir.

ABD'de Trump birinci başkanlık döneminde Latin ve Orta Amerika'dan gelen göçe karşı savaş açmış ve Meksika sınırına duvar inşasına başlamıştır. İlk dönemi sonunda girdiği seçimleri kaybeden Trump, Biden'ın liberal göç politikalarına da duyulan tepki ile 2024'te yapılan seçimleri, göçü durdurma vaadi ile kazanmayı başarmıştır. Trump, 6 Mart 2025'te, Kongre'de yaptığı konuşmada ise Amerikan tarihinin en büyük sınır güvenliği operasyonunu yaparak başladığını, Venezuela ve Meksika kökenli uyuşturucu kartellerini, İŞİD gibi terör örgütü ilan ettiğini açıklamıştır. ABD'nin güney ve orta Amerika'dan gelen göçü durdurma politikasına, kriminal unsurlardan başlayan geri yollama politikası da eşlik etmektedir. Özetle, dünya göçün etkilerini azaltma mücadelesi vermektedir.

Sayın Hâkim;

Ülkemiz bir yandan Suriye ve Afganistan'dan stratejik göç mühendisliği ile gelen tahmini milyonlarca sığınmacı ve kaçak, diğer yandan küresel ısınma sonucunda Afrika ve Pakistan başta olmak üzere değişik ülkelerden gelen milyonlarca yabancının baskısı altındadır. Bu baskı; ekonomik, demografik, sosyolojik, kültürel baskı ve tehditler başlığı altında toplanabilir. Sığınmacıların ve kaçakların, ülke ekonomisi için oluşturduğu ekonomik yükü ifade ettim.

Sayın Hâkim;

Son günlerde Türkiye'nin gündeminde olan çok önemli konulardan birisi de doğum oranının düşüklüğüdür. Gerçekten kadınlarda doğum oranı yüzde 1'e kadar düşmüştür. Erdoğan bu hususu bir beka meselesi olarak ilan etmiştir ve haklıdır. Milli Güvenlik Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu nüfusun azalmasının büyük tehdit olduğunu ifade etmekte ve tek çarenin Türk dünyasından nüfus naklini çözüm olarak önermektedir. Prof. Dr. Afyoncu Türkiye'ye sığınmacı olarak gelen Suriyelilerin nüfus eksikliğini gidermek için çözüm olamayacağını “Bu milletin ana omurgası Türk” diyerek cevaplandırmıştır. Türkiye'nin nüfusunun artışı ancak doğum oranının yüzde 2,1 ve üstü olması ile mümkündür. Demek ki Türkiye'de doğum oranı tehlikeli oranda düşmüştür. Türklerde doğurganlık oranı düşerken Suriyelilerin ülkemizde ki doğum oranları Suriyelilerin Suriye'de ki oranını da geçmiş ve Cumhurbaşkanlığının Hacettepe

Üniversitesi Nüfus Bilimleri Enstitüsüne yaptırdığı araştırmaya göre 5.3'tür Bu artış Türklerden 5 kat fazladır. Geçici sığınmacıların vatandaşlık alarak ülkemizde kalmaları durumunda nüfus dengelerinin nasıl değişeceği ortadır. Suriyelilerin nüfus artışının izlenen yanlış sosyal yardım politikasının da etkileri vardır. “Yabancılara Yönelik Sosyal Uyum Programı” kapsamında 18 yaşından küçük üç ve daha fazla çocuğu olan ailelere ekonomik yardım yapılması Türkiye'de ki Suriyelileri daha fazla çocuk yapmaya sevk etmektedir. Önümüzdeki süreçte, nüfus artış oranları böyle devam ederse karşımıza milli varlığımızı tehdit eden sonuçlar çıkacaktır.

Sayın Hâkim;

Sığınmacı ve kaçak göçünün oluşturduğu sakıncalar, ekonomik ve demografik tehditler ve baskılar ile sınırlı değildir. Sığınmacı ve kaçaklar arasında Türkiye'ye manevi olarak bağlı olmayan, şükran duymayan milyonlar vardır. Bu insanlar yabancı istihbarat servisleri için büyük bir insan kaynağı oluşturmaktadır. Arap gizli servislerinin, bu insanlar arasından küçük meblağlar karşılığında eleman devşirmesi çok kolaydır. sadece Arap istihbarat servislerinin değil; İsrail istihbarat servisi MOSSAD'ın bile ülkemize gelen vatandaşlık alan ve devletin işe yerleştirdiği Suriye kökenliler arasından Türkiye'ye karşı bilgi toplamak amacı ile eleman bulduğu MİT'in yaptığı operasyon ile ortaya çıkmış, konu yargıya intikal etmiştir.

Şüphesiz göçlerle gelen bir diğer tehdit, milli kimliğimizin ayrılmaz parçası olan Hanefi- Maturidi ve Alevi-Bektaşi çizgilere karşı cihatçı Selefi çizginin ülkemize sızması ve gelişmesidir. Yapılan araştırmalar göre Selefilik Türkiye'de hızla yayılmaktadır. İçişleri Bakanlığı'nın yaptırdığı araştırmalar, Selefilik'in yayılma hızını göstermektedir. Devlet bu tehlikeli sürecin farkındadır ve izlemektedir. Güvenlik ve istihbarat bürokrasisi, sosyolojik süreçleri izler ancak durduramaz. Cihatçı Selefilik; tekfirci, radikal, İslam kültür ve uygarlığına düşman, vatansız, kozmopolitik emperyalizm tarafından kullanılmaya müsait, yozlaşmış bir anlayıştır. Selefilik'in yayılması, Türk milli kimliğine zarar verecektir. Unutmayalım iki Türk askerini yakarak şehit edenler, Türk cihatçı Selefilerdi.

Kontrolsüz göç; en fakir, en eğitimsiz kesimlerin ülkemize gelenler arasında en yüksek oranları oluşturması, gelenlerin Türkiye'de iş bulamaması sebebiyle suça kaynak için uygun ortamı oluşturmaktadır. Prof. Dr. Mithat Arman Karasu Şanlıurfa ve Kilis'te

yaptığı saha araştırmalarında; Şanlıurfalıların yüzde 56,3'ünün, Kilislilerin ise yüzde 77,5'inin Suriyeliler geldikten sonra illerinde hırsızlık, fuhuş, gasp ve kamu mallarına zarar verme suçlarının arttığını düşündüklerini ortaya çıkarmıştır. Bu oranlar çarpıtılmış, gizlenmiş istatistiklere değil, halkın günlük yaşamdaki gerçek gözlemlerine dayanmaktadır.

Üstelik Prof. Dr. Karasu'nun da tespit ettiği gibi asıl önemli husus, sığınmacıların ve kaçakların halihazırda işledikleri suçlardan çok suç işleme potansiyelleridir. İşsiz, eğitimsiz, umutsuz, Türk toplumu ile bağ kuramayan ve kimlik krizi yaşayan Suriyeli, Afgan gençler için mafya kolay para ve güç anlamına gelmektedir.

Sayın Hâkim;

Milyonlarca sığınmacı çocuk ülkemizde eğitim görmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı'nın verdiği rakamlara göre ülkemizde 1 milyon 7 bin yabancı öğrenci ilköğretimde okumaktadır. Bu sayının büyük bölümü Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Hatay, Osmaniye, Adana, Mersin'de ve Ankara, İzmir, Bursa, İstanbul'un belirli bölgelerindeki okullarda yoğunlaşmıştır. Türkçesi zayıf alan öğrencilerin yoğunluğu derslerin kalitesini düşürmektedir. Suriyeli öğrencilerin sayısının yoğun olduğu okullarda çeteleşmeler yaşanmaktadır.

Milyonlarca sığınmacı ve kaçağın sağlık sistemimiz üzerinde de büyük bir yük oluşturduğu görülmektedir. söz konusu olan yük sadece hasta sayısının artmasından kaynaklanmamaktadır. Aşı zinciri kırılmış, kaybolmuş hastalıklar tekrar ortaya çıkmıştır. 2005'de binde 5'e düşen tüberküloz yüzde 3.6'ya çıkmıştır. Binde 2'ye düşen suçiçeği hastalığı 2015'de yüzde 4'e çıkmıştır. Yok edilen el ayak hastalığı 10 binde 1'den yüzde 2'ye çıkmıştır. Kızamık, şark çıbanı ve çocuk felci tekrar ortaya çıkmıştır.

Sayın Hâkim;

Bugüne kadar kamuoyuna açıkladığım tüm uyarıları, yukarıda saydığım tüm bu hususlar konusunda halkımızı bilinçlendirmek amacıyla yaptım. Saydığım hususlar; benim, yıllarca üzerine çalıştığım ve uzmanlık alanım olan hususlardır. Dönemin milletvekili olarak, bir siyasi partinin genel başkanı olarak; hukukun bana yüklediği

sorumluluğu yerine getirdim. Asıl bu uyarıları yapmasaydım, hukuka aykırı davranmış olurdum.

Sayın Hâkim;

Ümit Özdağ ve Genel Başkanı olduğum Zafer Partisi; küresel bir göç çağında, dünyanın en fazla göç alan ülkelerinden birisi olan Türkiye'de göçün ortaya çıkardığı tehditleri ortaya koymuş, çözüm politikaları geliştirmiş ve anlatmıştır. Bunları yaparken milli güvenlik sorumluluğu ile hareket etmiştir. Değil olayları kışkırtmak; aksine olası tahrikçilerin provokasyon girişimlerini hukuki ve siyasi yöntemler ile engellemek için çalışmıştır. Bu çalışmalarımızın örneklerini mahkemeniz ile paylaşacağım.

Sayın Hâkim;

Savcılara; anayasa, CMK ve AİHS tarafından verilmiş görev, adil yargılanmanın yapılabilmesi için mahkemenin önüne sanığın aleyhine olduğu gibi lehine olan bilgi, belge ve delilleri de getirmesidir. Gerçek ancak böyle ortaya çıkar, adalet ancak böyle tecelli eder. Bu davada savcı, aleyhime olduğunu düşündüğü X paylaşımlarımı iddianameye koymuş. İddianameye aleyhte delil olarak koyduğu X paylaşımlarımın hiçbirisinin, T.C.K 216'da tanımlanan suç tanımına girmediği çok açık. Savcı da zaten iddianamede bunu kabul ediyor. Ancak savcı bunların; halkı, geçici sığınmacılara karşı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğini düşünmüş. Bulabildiği X paylaşımları bunlar. 78 gün arayarak bulunanlar bunlar. Ben şimdi savcının yapması gereken şeyi yapacağım ve Ümit Özdağ'ın lehine olan delilleri de mahkemeniz ile paylaşacağım.

30 Ocak 2020 tarihinde TBMM'de yaptığım konuşmada, DEM milletvekiline cevap verdim ve şöyle dedim:

“Suriyeli sığınmacılara karşı çıkmayı Hatip ırkçılık olarak nitelendirdi. HDP-PKK'nın bu konuda tavrının çok açık olduğu ortada. Suriye'de yapılan stratejik göç mühendisliğiyle Suriye'nin kuzeyinde bir PKKistan Amerikan desteğiyle kurulmaya çalışılıyor. Ve oradan etnik temizlik Türkiye'ye yönelik yapılıyor. Ondan dolayı Suriyelilerin geri dönmesini istemiyorlar. Çünkü birlikte siyaset yaptıkları ve terör eylemlerini destekledikleri örgüt orada devletleşme süreci içerisinde. Şimdi siz daha iyi anlıyor musunuz kimler Suriyeliler kalsın istiyorlar ve neden kalsın istiyorlar. Çünkü bu bir

büyük Kürdistan projesidir. Sıra Türkiye'ye gelecek. İlk önce Irak'ta bir devlet yapılanması yapıldı. Şimdi Suriye'nin kuzeyine bir yapı kuruyorlar. Bunu İran izleyecek ve sıra Türkiye'ye gelecek. Onun için Suriyelilere burada vatandaşlık verin diyorlar. Amaç bu. Halbuki biz Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini istiyoruz. PKK tarafından şiddet kullanarak oradan Türkiye'ye yollanan insanların dedelerinin vatanlarına geri dönmelerini istiyoruz.”

Sayın Hâkim;

“Halbuki biz Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini istiyoruz. PKK tarafından şiddet kullanarak oradan Türkiye'ye yollanan insanların dedelerinin vatanlarına geri dönmelerini istiyoruz.” demek, biz bu insanların dostuyuz demektir”

Sayın Hâkim;

10 Ağustos 2021'de Ankara'da Önder Mahallesi'nde bir Türk genci Emirhan Yalçın Suriyeliler tarafından bıçaklandı ve öldü. Arkadaşı Ali Yasin ise yaralandı. 11 Ağustos'ta Ali Yasin'i hastenede ziyaret ederek şöyle dedim: “Senden ricam şu, telefonla arkadaşlarını ara ve sakin olmalarını en ufak bir şekilde intikam almamaları gerektiğini söyle” ve Ali Yasin'in babası Ceyhan Ülger'in “Mahallenin gençleri teyakkuzda” demesi üzerine, “Mahallenin gençleri de sakin olmalılar” dedim.

Değil kin ve düşmanlık tohumları atmak, kışkırtmaya müsait hadiseleri bile yatıştırmaya çalıştım.

Mesela 13 Ocak 2022'de sığınmacı kaynaklı olduğu ileri sürülen saldırı haberleri artmaya başladı. Bunun üzerine:

“Bu tür saldırı ve tecavüzler her geçen gün yaygınlaşıyor ve düşman olmayan insanları birbirine düşman ediyor. Sonuç iyi olmayacak. Destek olun, göz göre göre gelen felaketi engelleyelim. Suriyelileri Türkiye'nin dostları olarak ülkelerine yollayalım” şeklinde bir paylaşım yaparak düşmanlık duygularının gelişmesini engellemeye çalıştım.

24 Ocak 2022 tarihinde Suriyeli geçici sığınmacılara yönelik Arapça altyazı ile YouTube ve diğer sosyal medya hesaplarım üzerinden şu çağrıyı yaptım: “Türkiye'de bulunan

Suriyeli sığınmacılara seslenmek istiyorum. Ben Zafer Partisi Genel Başkanı Profesör Doktor Ümit Özdağ. Ülkenizde bir iç savaş çıktı ve birçoğunuz bu iç savaştan kaçarak ülkemize sığındınız. Türk halkı da size kucağını açarak karşıladı ve misafir etti. Bu arada Suriye'de iç savaş, ülkenizde büyük yıkımlar yaptıktan sonra son 2 senede büyük ölçüde sona erdi. Sizlerin bayram tatillerinde ülkenize gidebilmenizden, ülkenizde ailelerinizi ziyaret edebilmenizden, ülkenizdeki iç savaşın bittiğini büyük ölçüde görüyoruz. Esasen, Avrupa Birliği ülkesi üyelerde kendilerine sığınan ve iltica hakkı verdikleri Suriyelileri artık ülkelerine yolluyorlar. Biz de Zafer Partisi olarak, 10 seneye yakın bir süre ülkemizde misafir olan siz Suriyeli kardeşlerimizin artık ana vatanınıza, ülkenize dönmesinin zamanının geldiğini düşünüyoruz. Misafirlik uzadığı zaman ev sahibi için de bir zulüm haline geliyor ve artık ülkenize dönerek ülkenizi yeniden inşa etmenizin vaktinin geldiğine inanıyoruz. Türk halkının büyük bir bölümü de böyle düşünüyor. Sizin burada kalma süreniz uzadıkça sizi bugüne kadar dostlukla, misafirperverlikle karşılayan Türk halkının da sinirlerinin gerildiğini siz de hissediyorsunuz sanıyorum. Biz sizin Zafer Partisi olarak, Türkiye'nin dostları olarak Suriye'ye dönmeniz için bir plan hazırladık. Bu plan çerçevesinde hem oradaki güvenliğinizin ve geleceğinizin Birleşmiş Milletler ve Türkiye'nin teminatı altında olacağı bir ortam oluşturup, hem de analarınızın, babalarınızın, dedelerinizin, ninelerinizin topraklarına, kendi ülkenize dönmenizi sağlayacağız. Biz sizin düşmanınız değiliz. Aslında biz sizin gerçek dostlarınızız. Çünkü biz Zafer Partisi olarak, Suriye'nin bölünmemesini istiyoruz. Biz Suriye'nin kuzeyinin Suriye'den kopartılarak orada bir PKK terör örgütü kontrolünde bölge oluşmamasını istiyoruz. Evet, artık ülkenize dönmenin zamanının geldiğine inanıyoruz. Ve şunu da anlamanızı bekliyoruz. Türk milleti kendi vatanını sizinle paylaşmak istemiyor. Hatırlayın, siz de Irak iç savaşı sırasında ülkenize gelen Iraklıları misafir etmiştiniz ama onlarla, üstelik onlar da Arap olmasına rağmen, ülkenizi paylaşmak istememiştiniz. Hiçbir millet, ülkesini başka bir milletle paylaşmak istemez. Bunu da anlayışla karşılayacağınızı düşünüyoruz ve Zafer Partisi olarak sizlere Suriye'de kendi evinizde, kendi vatanınızda uzun, refah içerisinde ve mutlu bir hayat diliyoruz. Sizi bir gün Suriye'de ziyaret etmeyi ve dünyanın en güzel mezelerini hazırlayan Suriye sofrasında sizlerle sohbet etmeyi arzu ediyoruz.”

Sayın Hâkim; bu konuşmada, Suriyeliler karşı kin var mı? Düşmanlık var mı?

Sayın Hâkim;

Bir çok provokasyon merkezi sığınmacılar üzerinden tahrik, kışkırtma arayışı içinde olmuştur. Zafer Partisi; bir yandan Türkiye'nin en önemli meselesi olarak gördüğü sığınmacı ve kaçak meselesinde siyasal çözüm ortaya koyarken diğer yandan provokasyonları bastırmak için çalışmıştır.

Atamanlar adlı bir Facebook hesabından, sığınmacı ve kaçaklara yapılan fiziksel saldırıların videoları yayınlanıyordu. Yüzleri görünmeyen kişiler sokakta Suriyeli ve Afganları darp edip, videoya çekip yayınlıyorlardı. Zafer Partisi; Atamanlar grubu için 7 Nisan 2022 tarihinde, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına, benim talimatımla suç duyurusunda bulundu. Bununla ilgili evrak dosyaya eklenmiştir.

Sayın Hâkim;

“Suriyeliler Halk Platformu” isimli bir sahte hesaptan Suriyeliler sanki Türk milletine hakaret ediyormuş gibi yayın yapılıyordu. 16 Nisan 2022'de bu hesabı kastederek ve alıntılayarak şu paylaşımı yaptım: “Bu Suriyeliler tarafından yönetilen bir hesap değil. Bu bir provokasyon hesabı. Suriyeliler vatanlarına Türkiye'nin dostları olarak dönmeli. Zafer Partisi Suriyelilere düşmanlığı değil, Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini savunuyor.”

1 Mayıs 2022'de yaptığım X paylaşımı ile sığınmacıların vatanlarına dönmesini isteyen gençlere şöyle seslendim:

“Sevgili Türk gençleri, harikasınız. Ancak vatanlarına yollayacağımız insanlar bizim Suriye'deki dostlarımız olmalı. Onları bir şarkının sözlerinde olduğu gibi 'Güle güle sana yolun açık olsun, güle güle sana, seni tanrım korusun.' diyerek yollayacağız.” demiştim. Kin ve düşmanlık siyaseti izleyen bir siyasetçi, böyle konuşur mu?

Ayrıca 1 Mayıs 2022'de Bursa'da Suriyeli bir aileyi ziyaret ettim, durumlarını sordum, çocuklarına hediyeler götürdüm. Ziyaretim sırasında ailenin babası ile armada şu konuşma geçti;

“Ümit Özdağ: Annen baban neredeler?

Suriye'den oturuyor.

Ümit Özdağ: Onlar Suriye'de mi şuan? Gelmiyor buraya.

Ümit Özdağ: Niye gelmiyorlar onlar?

Onlar gelene kadar hazırlık yapacağım, ondan sonra çağıracağım. Ümit Özdağ: Sen oraya gitsen başına bir şey gelir mi? Korkar mısın? Yok ben yani askere girmek istemiyorum ben.

Ümit Özdağ: Yani bir şey olduğundan değil, askere gitmemek için dönmüyorsun. Evet.

Ümit Özdağ: Dönsen orada işini kursan çalışmaya devam edersin. Evet.

Ümit Özdağ: Anladım. Çünkü iç çatışma bitti biliyorsun savaş bitti. Peki orada büyük bir ekonomik kalkınma olsa, yeni inşaatlar yapılmaya başlansa?

Valla dönsek çok iyi olur çünkü bizim toprak orada.

Ümit Özdağ: Biz, Zafer partisi olarak Beşar Esad ile görüşeceğiz. Vatanlarınıza dönmemiz için bir çalışma yapacağız.

İnşallah.

Ümit Özdağ: Hangi köyden geldiyseniz o köye veya kasabaya veya o şehre dönebilesiniz. Hakkınızda biliyorsunuz af çıktı, bir takibat olmayacak.

Biz beş kişi, anne baba yedi kişi. Ama herkes bir yerde gitti. Yani aile kalmadı. Ümit Özdağ: Aile kalmadı. İnşallah olur hepsi, bir araya gelirsiniz inşallah.

İnşallah.

Ümit Özdağ: Biz, Zafer Partisi olarak buna yardımcı olacağız. İnşallah.”

15 Temmuz 2023'te ise Suriyelilere yönelik provokasyon girişimlerine karşı Türk halkını uyardım. Yaptığım X paylaşımı şöyle idi: “Son günlerde bazı hesaplardan sahte Suriyeliler tarafından işlenmiş cinayet, tecavüz haberleri yayılmaktadır. Bu haberler yayınlanır yayınlanmaz ilgili emniyet birimleri ile Zafer Partisi yetkilileri temasa geçiyor. Haberlerin yalan olduğu ortaya çıkıyor. Aşağıda görsellerini verdiğim sosyal medya paylaşımları da provokasyon amaçlıdır. Bunlar ile ilgili suç duyurusunda bulunacağız. İşgalcilerden kaynaklandığı ifade edilen suçları Zafer Partisi resmi hesapları teyit etmeden itibar etmeyin. Önümüzdeki günlerde Suriyeli çeteler üzerinden yeni provokasyon girişimlerindeki olabileceğine dair teyitsiz duyumlarımız da var. Hiçbir Zafer Partili yapılan provokasyonların tuzağına düşmeyecektir. Sevgili Türk halkı sağduyusu ile polis ve jandarmanın görevini yapmasını beklemelidir.”

Sayın Hâkim;

İstanbul'da 16 Eylül 2023 tarihinde Özgür-Der adlı mülteci haklarını savunan bir derneğin Saraçhane Meydanında düzenleyeceği mitingin hemen yanındaki alanda Müdafaa Hareketi isimli bir grup karşı gösteri düzenleme çağrısında bulundu. Bunun açık bir provokasyon girişimi, çatışma ve tahrik arayışı olduğunu bir video çekerek kamuoyuna duyurdum. Avukatlarım bu videonun deşifre metnini dosyaya koydular.

“Müdafaa Hareketi adı verilen provokasyon ekibinin, Zafer Partisi'ne sızma ve Özgür- Der adlı bölücü şeriatçı grubun mitingini basma girişimini engellemiştir. Müdafaa Hareketi'nin arkasındaki güçler ortaya çıkar ise Türkiye'de birçok şeyin de aydınlanacağına inanıyoruz. Yine Zafer Partisi'ne yönelik ırkçı, Arap düşmanı suçlamaları da saçmalıktan başka bir şey değil.”

Zafer Partililere bu mitinge katılmayın çağrısı yaptım. Bunun üzerine Müdafaa Hareketi miting yerini değiştirdi, Abide-i Hürriyet'e çağırdı insanları. İkinci bir açıklama yaparak Abide-i Hürriyet toplantısına da katılınmamasını istedim.

Sayın Hâkim;

Kışkırtmakla suçlandığım Kayseri olaylarını yatıştırmak için X paylaşımı yapmam üzerine birçok trol hesaptan halkı pasifleştirmek ile suçlanarak, saldırıya ve hakarete uğradım. Bazı örnekler vereceğim. Bir X hesabı şöyle hakaret etti: “Seni destekleyen

kafamı sikeyim. Ortada tecavüze uğrayan bir çocuk var, millet buna olması gerektiği gibi ses çıkarmış yine her zamanki gibi ayaklanan milleti susturmaya çalışıyorsun. Lan geceleri işten çıktıktan sonra metroya zor biniyorum suriyeliler bir şey yapar diye amk”

Bu hesap ile ilgili avukatlarım suç duyurusunda bulundu. 2025/98 E. sayılı dosya ile Ankara 50. Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılama yapılıyor. Ancak dikkat ederseniz bu saldırgan hesap önemli bir tespit yapıyor: “Yine her zamanki gibi ayaklanan milleti susturmaya çalışıyorsun”.

Bir başka X hesabı ise beni şöyle suçluyor: “Ümit Özdağ, kendisini destekleyen vatanseverleri sadece klavye başında tweet atan bir kitleye dönüştürdü. Güya mücadele ettiği kesim, her fırsatta sokaklara dökülüp eylemler düzenlerken, kendisi bir yürüyüş ya da miting dahi organize edemedi. 'Sığınmacı meselesini en çok o dile getiriyor' demeyin bana. Bu mesele, toplumsal muhalefetin gündeminde er geç yer bulacaktı. Ancak iktidarın asıl ihtiyacı, sığınmacı karşıtlığı üzerinden yükselen toplumsal öfkeyi kontrol altına alacak, bu kitleyi pasifize edecek biriydi”.

Savcılığın halkı kin ve düşmanlığa kışkırttığını ileri sürdüğü Ümit Özdağ'ın aslında olay çıkmasını engellemek için çabaladığını hayat böyle gösteriyor.

Sayın Hâkim;

Güvenlik bilimleri konusunda uzman, İstihbarat Teorisi ve Milli Güvenlik Teorisi, Algı Yönetimi-Psikolojik Savaş gibi kitapların yazarı olarak, psikolojik operasyon nasıl yapılır bilirim. Bana karşı muhtemel bir psikolojik operasyonun nasıl yapılabileceğini de tahmin ettiğim için; sığınmacı ve kaçaklar tarafından öldürülen Türk gençlerinin cenazelerine bile gitmedim. Provokasyonlara izin vermemek için gitmedim. Ülkemi karıştırmak isteyen iç ve dış odaklara fırsat vermek istemediğim için gitmedim.

Sayın Hâkim;

Savcılık Ümit Özdağ'ın bir tek halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden açıklamasını bulamamış, iddianameye koyamamıştır. Çünkü; Ümit Özdağ'ın bütün yaşamı Türkiye'nin birliği, Türk halkının refah ve güvenliği ve olmuştur. Zafer Partisi kurulalı 45 ay oldu. Bir tek Zafer Partisi üyesi T.C.K 216'dan mahkumiyet almadı. Neden? Çünkü

biz Suriyelilerin de gerçek dostlarıyız. Onların vatanlarının bölünmemesini, toprakları üzerinde bir teröristan kurulmamasını istiyoruz. Suriyelilerin Türkiye'nin dostları olarak vatanlarına dönmelerini istiyoruz.

Sayın Hâkim;

“Demografik İşgal – Kavimler Göçüyle İşgal Edilen Türkiye” adlı kitabım Temmuz 2023'te yayınlandı. Bu kitabımın 127. ve 166. sayfaları arasında Anadolu Kalesi Projesi ile sığınmacıların ülkelerine uluslararası hukuk, milli hukukumuz çerçevesinde Türkiye'nin dostları olarak nasıl yollanacakları anlatılmıştır. Ayrıca Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcısı Dr. Fikret Bayır, ki kendisi Emekli Kurmay Albay ve strateji doktorası yapmış bir akademisyendir, ile birlikte “Anadolu Kalesi” adlı bir kitabı yazarak, Zafer Partisi'nin milyonlarca sığınmacı ve kaçağı vatanlarına, devletler hukuku ve milli hukukumuza uygun şekilde nasıl geri yollayacağımızı ortaya koyduk.

Geçici koruma altındaki insanların ülkelerine dönmelerini istemek suç mu? Yasalarımızda böyle bir suç tanımı var mı? Hayır, yok. Aksine biz yasada ve yönetmelikte yazanın uygulanmasını istiyoruz. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası'nın 91. Maddesinden atıf ile Geçici Koruma Yönetmeliği'nin 14. maddesi; geçici koruma verilen Suriyelilerin, Suriye'de iç savaş sona erince, geçici koruma statüsünün sona ereceğini ve geri dönüşün esas olacağını ifade ediyor. Suriye'de iç savaşın sona erdiğine kim karar verecek? Türkiye. Biz de Zafer Partisi olarak Suriye'de iç savaşın sona ermesi ile birlikte geçici koruma statüsünü sona erdireceğimizi ve ülkemizde misafir ettiğimiz Suriyelileri, Türkiye'nin dostları olarak vatanlarına yollayacağımızı ifade ettik.

Sayın Hâkim;

Zafer Partisi'nin ülkemize sığınmacı ve kaçak olarak gelen milyonlara karşı politik tavrı ve politikaları psikolojik kökenli bir yabancı düşmanlığı değil, gerçekçi bir milli güvenlik endişesiyle karşı çıkıştır. Geçmişte de bir çok kez ifade ettiğim gibi; biz Cumhuriyeti hukukla kurduk. İstiklal Savaşı döneminde dahi hukuktan sapmadık. Bugün de ülkemizi hukuka aykırı şekilde savunmaya ihtiyacımız yok. Fiillerimin hepsi hukuka uygundur ve bundan sonra da hukuka uygun olacaktır. Fiillerimin hukuka uygunluğu bir yana;

fiillerim, hukukun bizzat tarafıma yüklediği sorumluluğun ve vatandaşlık bilincinin bir gereğidir.

Sayın Hâkim;

Sözlerime son verirken şunları ifade etmek isterim. bütün hayatımı akademik ve siyasi olarak Türk milletinin güvenliği ve refahı, Türkiye Cumhuriyeti'nin güçlü bir ülke olmasına adadım. Binlerce öğrenci yetiştirdim. Yüzlerce polis ve subaya hocalık yaptım. Ülkeme ve milletime yönelik tehditleri tespit etmek ve çözüm yollarıyla birlikte ortaya koymak için akademik ve siyasal çalışmalar yaptım. Türk milletine ve Türk devletine karşı hiçbir suç işlemedim.

Savcılık 78 gün boyunca 4 yıl süreyle yapmış olduğum bütün X paylaşımlarımı, Instagram paylaşımlarımı hatta videolarımı inceledi. Savcılığın iddianameye koyduğu hiçbir açıklamam T.C.K 216'da, maddenin gerekçesinde ve yargıtay içtihatlarında tanımlandığı şekilde suç değil. Savcının hiçbir suçu yoktur. Halkı kin ve nefrete, düşmanlığa teşvik eden paylaşımım olmadığı için bulması mümkün değildi. Ancak savcılık, Oğuzhan Kumpınar'ın iddianamenin hazırlanmasından 8 ay önce takipsizlik almış X'ini soruşturmadaki X gibi göstermesi kabul edilebilir değildir. Keza savcılığın aleyhimde olduğunu düşündüğü paylaşımlarımı koyarken, lehimde olan X paylaşımlarımı iddianameye koymaması kabul edilebilir değildir.

Sayın Hâkim;

Konuşmam boyunca ortaya delillerini koyarak ülkemizde geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin ve kaçak olarak gelenlerin ülkelerine güven içinde, devletler hukuku ve milli hukukumuza uygun şekilde geri dönmelerini savunduğumu açıkladım. Yine konuşmam boyunca kanıtları ile; değil kışkırtma, düşmanlaştırma ve tahrik etmek aksine kışkırtanlar ile, tahrik etmeye çalışanlar ile mücadele ettiğimi, davalar açtığımı, suç duyurularında bulunduğumu ortaya koydum. Çünkü ben yıllardan bu yana Stratejik Göç Mühendisliğini gerçekleştiren emperyalizmin, ülkemizi istikrarsızlaştırma programı ile mücadele ediyorum. Ve ne yazık ki; küresel göç çağında, ülkesine yönelik kontrolsüz göçe karşı çıktığı için bütün dünyada tutuklanan tek politikacıyım.

Sayın Hâkim;

Burada bulunmamın, Cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile hakkımda dava açılmasının, 21 Ocak'ta Ankara Başsavcılığı'nın 11 iddianame hazırlamasının nedeni; PKK terör örgütü baş yöneticisi A. Öcalan ile yürütülen görüşmelere eleştiriler yöneltmemdir. PKK terör örgütüne güvenilmeyeceğini düşünmemdir. PKK'nın ancak dizleri üzerine çökerek, teslim oluyorum demesi durumunda muhatap alınması gerektiğini savunmamdır. Bu gerçeği bütün dünya ve büyük Türk Milleti biliyor. Tarih böyle kaydedecek. 100 sene sonra tarih kitaplarında “Ümit Özdağ, Kayseri'de olayları kışkırttığı için yargılandı” diye yazmayacak. “PKK'ya güvenmeyin, Anayasayı değiştirmeyin dediği için yargılandı” diye yazacak.

bütün bu bilgiler ışığında hüküm sizin, adalet Allah'ındır. Umarım Türk Milleti adına vereceğiniz hükmünüz, milletin vicdanını ve adaleti temsil eder.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Ümit Özdağ Zafer Partisi Genel Başkanı"

29 nisan 2025 ümit özdağ'ın savunması

bigcoder
zafer partisi genel başkanı prof. dr. ümit özdağ'ın, ''cumhurbaşkanı'na hakaret'' iddiası ile görülen mahkemesinde tarihin içinden geçerek yapmış olduğu savunmadır.

''sayın hâkim;

ak parti genel başkanı recep tayyip erdoğan, 18 ocak 2025 tarihinde, ak parti mersin il kongresinde, ak parti mersin il delegeleri ve üyelerine bir konuşma yapmıştır. erdoğan konuşmasında şöyle demiştir:

“ülkemizin ilk 80 yılına, asırların yorgunluğuyla, 1. dünya savaşı'nın yükü altında kalan osmanlı'dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. tek parti faşizminin, milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik tahrip edici, baskıcı politikalarının ağır bedellerini ödedik.”

19 ocak 2025'te antalya'da zafer partisi il başkanları toplantısında, ak parti genel başkanı erdoğan'ın, istiklal harbimizin önderi ve cumhuriyetimizin kurucu atatürk'ün politikalarını, milletimizin inancına tarihine ve kültürüne ağır bedeller ödeten politikalar olarak gösteren açıklamasına, şu ifadeler ile cevap verdim:

“bu mücadelede, bu politik fikri mücadelede, mücadele ettiğim pkk gibi, fetö gibi, ışid gibi terör örgütleri vardır. bütün bunlar karşısında zafer partisi, cumhuriyetin kuruluş felsefesini, temel ilkelerini, milletimizin ve devletimizin bağımsızlığını ve bölünmez bütünlüğünü kararlılıkla savunmaktadır.

ancak ne yazık ki, zafer partisi ülkemizin bölünmez bütünlüğünü, cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini, gazi mustafa kemal atatürk'ün bırakmış olduğu değerli mirası sadece bunlara karşı değil, recep tayyip erdoğan ve akp'ye karşı da savunmak durumundadır. recep tayyip erdoğan, dün mersin'de partisinin kongresinde yapmış olduğu konuşmada şöyle söylüyor; "ülkemizin ilk 80 yılına asırların yorgunluğuyla 1. dünya savaşı'nın yükü altında kalan osmanlı'dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. tek parti faşizminin milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik politikalarının ağır bedellerini izledik.", demiş.

değerli zafer partililer, türk milleti 1000 seneden beri anadolu'da egemenliğini sürdürüyor. 1000 sene boyunca birçok haçlı seferine maruz kaldık. 1. haçlı seferi 1095 yılında başladı, son haçlı seferi 1914,1922 yılları arasında gerçekleşti. son büyük haçlı seferini gazi mustafa kemal atatürk'ün önderliğinde anadolu'da mağlup ettik ve haçlı ordularını akdeniz'in soğuk sularına gömdük. türkiye cumhuriyeti, türk milleti için yeni bir ergenekon oldu ve bu yeni ergenekon'da aziz milletimiz güçlendi, silahlandı, sanayisini inşa etti. yıkılış döneminin bırakmış olduğu hastalıkları bertaraf etti. sonra hatay'ı aldı. sonra kıbrıs'ta devlet kurdu.

emin olun ki, son 1000 yılda gerçekleşen hiçbir haçlı seferi erdoğan'ın ve akp'nin türk milletine ve türk devletine verdiği zararı vermemiştir. hiçbir haçlı seferi, türk devletine casusları sokamamıştır. erdoğan casus fetö'yü türk devletine soktu, türk devletini fetö'ye teslim etti, fetö'ye paralel devlet kurdurdu. hiçbir haçlı seferi türk milletini deist, ateist, hristiyan yapamamıştır. erdoğan döneminde türk milletinin geniş kesimleri allah'la aldatanlardan dolayı dinlerinden soğumaya başladılar ve erdoğan döneminde deist, ateist oranı %16'yı aştı. erdoğan bilmelidir ki; cumhuriyeti kuran kadrolar türk milletinin inancına, tarihine ve kültürüne saldırmamış, aksine atatürk ve silah arkadaşları, türk milletinin inancını, tarihini ve kültürünü korumuş ve geliştirmiştir. türk milletinin inancına, kültürüne ve tarihine saldıran, tarihi "fesli bir deli"den öğrenen recep tayyip erdoğan'ın kendisidir. evet, recep tayyip erdoğan; türk milletinin tarihine ortaklar getirerek, türk milletinin tarihini çarptırarak, türk milletinin tarihine zarar vermektedir. erdoğan, türk milletinin devletini tarikat ve cemaatler arasında dağıtarak, şirk koşanları devlete ortak ederek, türk milletinin inancına zarar vermektedir. ve, milyonlarca sığınmacı ve kaçağı anadolu'ya sokarak türk milletinin kültürünü tahrip etmektedir. ve yaşanan şey aslında bir akp faşizmidir ve zafer partisi olarak biz ana muhalefet gibi bu faşizmle normalleşmeyeceğiz. biz mücadele edeceğiz ve kazanacağız. zafer türk devletinin ve türk milletinin olacaktır!”

sayın hâkim;

bu iki konuşma, siyasi parti genel başkanları arasında gerçekleşen bir polemikten öte bir nitelik taşımamakta, en ufak bir hakaret niteliği de taşımamaktadır. konuşmamın iki yerinde de “erdoğan ve akp” ifadeleri birlikte geçmektedir. erdoğan'ın cumhurbaşkanı kimliğine değil, akp genel başkanı kimliğine yönelik bir cevap olduğu ortadadır. konuşma antalya'da yapılmış olmasına rağmen; istanbul başsavcılığı, 20 ocak sabahı, cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile hakkımda soruşturma başlattı. aynı gün ankara'da, saat 18.30 sularında, 100'e yakın polis memurunun, bulunduğumun lokantanın çevresini kuşatması sonrasında gözaltına alındım.

aynı akşam polis ve pöh ekipleri tarafından, ortalama 150 km hızla bir konvoy eşliğinde istanbul'a getirildim. geceyi, istanbul emniyet müdürlüğü'nde 2 metrelik bir kalasın üstünde geçirdim. 21 ocak sabahı, cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile ifadeye getirildiğim savcılık tarafından, kayseri'de 30 haziran 2024'te çıkan suriyeli sığınmacılar ile ilgili olayları kışkırtma iddiası ile tutuklamaya sevk edildim. bundan anladığım, kayseri başsavcılığı'nın ve kayseri emniyet müdürlüğü'nün; kayseri'de gerçekleşen olayları benim kışkırttığım kanısına, ya 7 aydır varamamışlar ya da bu kanıya varmışlar ancak görev ihmali yapıp gereken soruşturmayı açmamışlardır.

sayın hâkim;

bugün yargılanmakta olduğum, cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile ilgili, savcılık daha sonra iddianame hazırlamış ancak suç unsuru olduğu iddia edilen konuşmamda hangi ifadelerimin ve neden hakaret olduğunu ifade etmemiştir.

sayın hâkim;

cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile ilgili düzenleme, parlamenter sistem döneminde, tarafsız yani partisiz cumhurbaşkanını korumak için yapılmış bir düzenlemedir. cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi'nde bu maddenin anlamı ortadan kalkmıştır. cumhurbaşkanının ne zaman siyasi parti genel başkanı, ne zaman cumhurbaşkanı olduğuna kendisinin karar verdiği bir ortamda, demokratik siyaset ortadan kalkmaktadır. ben, mersin ak parti il kongresinde konuşan ak parti genel başkanı'nı eleştirdim ve cumhurbaşkanına hakaretten; 100 polis tarafından kuşatılıp, 25 polis tarafından gözaltına alındım. bu; milletvekili dokunulmazlığına sahip olmayan hiçbir siyasetçi, hiçbir genel başkan ve hiçbir vatandaş ak parti genel başkanı'nı eleştiremez demektir. bu hal; demokratik bir hukuk devletinde kabul edilebilecek bir hal değildir.

sayın hâkim;

ak parti genel başkanı erdoğan ile yaşadığımız tartışmanın konusu tarihtir, türk tarihi ve türkiye'nin bugünüdür. bundan dolayı, bugün burada yapacağım savunmanın da tarihsel bir arka planı olacaktır.

türk milleti, tarihin en uzun devletli milleti olma niteliğine sahip iki milletinden birisidir. türkler ve çinliler, milattan önce 2000 yılından, milattan sonra 2000 yıllarına kadar 4 bin senelik bir muazzam zaman diliminde, devlet organizasyonu çerçevesinde varlıklarını muhafaza etmişlerdir. türk milleti'nin islam öncesi tarihi; iskitler, hunlar, göktürkler, uygurlar ana hatları üzerinden 3 bin yıla yayılır.

türk milleti; karahanlı kağan'ı, saltuk buğra han'ın önderliğinde, takriben 1000 yıl önce islam dinini kabul etmiş; karahanlı devleti ilk müslüman türk devleti olurken, bugün sahip olduğumuz müslüman türk milli kimliğimiz de oluşmaya başlamıştır. karahanlıları gazneli türk devleti izlemiştir. gazneli devleti, değişik müslüman devletleri, bir devlet çatısı altında yönetme konusunda türklerin ilk devlet stajı olmuştur.

büyük türk tarihinin şanlı sayfalarına imza atan selçuklular ise oğuzların kınık boyundandır. tuğrul bey komutasında türklerin bir bölümü, dandanakan savaşı'nın (1040) açtığı yol ile, iran platosu üzerinden anadolu'ya ulaşmışlardır.

dandanakan savaşı ve selçuklular'ın iran platosu üzerinde anadolu ve ortadoğu'ya ulaşmalarının stratejik olarak iki büyük sonucu vardır:

anadolu'ya ulaşmak, anadolu'nun ebediyen türkleşmesini ve ikinci anavatan olmasını sağlamıştır. anadolu'dan önce ulaşılan ortadoğu'ya varış ise islam dünyasının içine düştüğü amansız istikrarsızlığa son verişi sağlamıştır.

selçuklu ordularının ortadoğu'ya inişi başlarken, abbasi halifeliği yok olmanın eşiğindedir. basra körfezi, el cezire ve arabistan'ı denetimi altına alan karmatilik; islam'ı reddeden, mal ve kadında ortaklığı savunan vahşi komünist bir hareket olarak devletleşmiştir. karmatiler şam'a kadar ilerlemiş, 930'da mekke'yi işgal etmişlerdir. kâbe soyulmuş, otuz bin hacı katledilmiştir. bu ilkel komünist devlet, yüz yıla yakın devam edecektir. aynı dönemde; iran'da zerdüşiliği temsil eden büveyhi saltanatı iktidarı gasp etmiştir. büveyhiler, bağdat'taki abbasi halifesini kontrolleri altında tutmaktadır.

mısır'da fatimi şia anlayışı, firavunlar dinini canlandırma yolundadır. altıncı fatimi halifesi el hakim bi emrillah kendisini tanrı ilan etmiştir. islam dünyasındaki bu parçalanmadan istifade eden bizans ise saldırıya geçmiş, islam'ın dört yüz senelik kazanımlarını püskürterek, antakya'yı işgal etmiş, lübnan'a girmiştir. bizans, kudüs'ü almaya ve islam dinini, arap yarımadasına hapsetmeye hazırlanmaktadır.

işte selçuklu türk orduları böyle bir ortamda, oğuz elinden ortadoğu'ya inmeye başlamışlardır. maide suresi 54. ayette ''ey iman edenler! içinizden kim dininden dönerse duysun, allah onların yerine kendisinin sevdiği onların da kendisini seveceği müminlere karşı boyunları aşağıda kafirlere karşı başları yukarıda allah yolunda savaşan dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir işte o allah'ın bir lütfudur ki onu dilediğine verir. allah ihsanı bol olan her şeyi bilendir.'' denmektedir.

bir tarihçi, türk tarihinin bu kesitinde yaşananları şöyle izah etmektedir;

''tarihin bu kesitinde olaylar arasında olağanüstü bir eşzamanlılık mucizevi bir senkronizasyon vardır. bizans haçını taşıyan zulüm orduları, doğu ve güneydoğu anadolu'yu, suriye'yi istila ve bölgenin, islam halkını bin bir hakaret ile kat ve esir ederken, karmatiler kabe'yi tahrip ve telvis ederken, türklerin islam oluşu tesadüfi değildir. cenabı hak, ordularını sahneye sürmektedir.

türkler allah'ın ordusu olarak göreve çağrıldıklarını hissetmişlerdir.”

tuğrul bey nereye geldiğini, niçin geldiğini ve kim olduğunu bilmektedir. 1043'te halife kaim'e gönderdiği mektupta kendisini şöyle tanıtır: ''ben hür insanların evladıyım ve hunların kral hanedanına mensubum.'' diğer bir ifade ile tuğrul bey, oğuz han'ın torunu olduğunu ifade ederken, yüksek türklük bilincini ortaya koymaktadır.

abbasi halifesi el kaim bin emrillah, tuğrul bey'i bağdat'a davet eder. tuğrul bey ve selçuklu ordusu, 1055 yılının ramazan ayında bağdat'a girer ve buveyhi baskılarına son verir. bölgedeki asayişsizliği sona erdirir.

24 ocak 1058'de bağdat'ta düzenlenen bir tören ile halife; tuğrul beyi, doğunun ve batının sultanı ilan eder. tuğrul bey'e iki kılıç takılır, başına sarık ve taç giydirilir. sırtına, 7 iklime hakimiyeti işaret eden, tek yakalı yedi kaftan konulur.

prof. dr. halil inalcık ''bu andan itibaren islam dünyasının riyaseti fiilen olduğu gibi hukuken de türk soyuna türk hükümetine ve hükümetlerine geçmiştir.” demektedir.

selçuklu sultanı tuğrul bey'e; doğu'nun ve batı'nın hükümdarı “sultanül islam, rikniddünya ve d'din” denmesinin kişisel bir iktidar olayı olmadığı, türklüğün islamiyet için yüklendiği misyon, o çağda, bütün türk aydınlarınca ve milletçe bilinmekte, şevkle övünçle benimsenmektedir.''

sayın hâkim;

26 ağustos 1071 türklerin anadolu'ya yakın tarihte kitlesel olarak girişlerinin başladığı tarihtir. türklüğün anadolu'daki tarihi sümerler ile başlamıştır. cumhuriyetimizin kurucusu gazi mustafa kemal atatürk el yazmalarında bu husus şöyle ifade etmiştir; “bundan yedi bin sene evvel, elcezire'de, beşeriyetin ilk medeniyetini kuran sümer, elam ve akat kavimlerinde demokrasi prensibi tatbik olunmuştur. filhakika, bu türk kavimler, müttehit bir cumhuriyet teşkil etmişlerdir.” (afet inan, medeni bilgiler, 11. baskı, istanbul, şubat 2019, örgün yayınevi, s. 48)

iskit türklerinin ve hunların da anadolu'ya girdikleri bilinmektedir. daha sonra milattan sonra, 4. 5. ve 6. yüzyıllarda, türkleri, anadolu'da balkanlardan ve kafkaslardan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz. bizans ile iş birliği yapan bu grupların birçoğu hıristiyanlaşmışlardır. abbasi ordusundaki türk hassa birliklerinin de tarsus'tan başlayıp erzurum'a kadar uzanan hat üzerine yerleştikleri bilinmektedir. özellikle 9. yüzyılda bu bölgelerdeki türk nüfusu artmış, eskişehir'e kadar uzanan hatta birçok kent geçici olarak türkler tarafından işgal edilmiştir.

güneydoğu ve doğu anadolu'daki türk askeri varlığına, bizans ancak 928-964 arasında son vermiş, erzurum'dan adana'ya kadar olan bölge bizans orduları tarafından geri alınmıştır. bu bölgedeki türklerin yenildikleri dönemde yüz bin atlı çıkardığı bilinmektedir. yani türklerin 1071 öncesinde de anadolu'daki sayıları küçümsenecek bir ölçüde değildir.

selçukluların ilk anadolu seferini 1015-1016'da çağrı bey gerçekleştirmiştir. daha sonraki yıllarda selçuklular, anadolu'nun sınırlarını özellikle de güney kafkasya'yı denetim altına almışlardır. 18 eylül 1049'da kutalmış bey'in kazandığı pasin muharebesi, askeri açıdan malazgirt'ten daha az önemli değildir ve bizans yüz bin esir vermiştir. 1054'te tuğrul bey, 1055'te yakuti bey, anadolu'ya tekrar girmiş, 1058'de malatya'yı almışlardır. selçuklular 1059'da urfa'yı kuşatıp, aynı yıl sivas'ı almış, 1068'de, 60'lı yıllarda anadolu'ya birçok kez giren afşin ise sakarya nehri kıyısına ulaşmış ve yine afşin komutasındaki türk ordusu 1070'te denizli'ye girmiştir.

özetle, türkler anadolu'ya aniden, 1071 yılında malazgirt'le gelmemişlerdir. hem tarihsel ve etnik bir derinliğe sahiptirler. hem de bu coğrafyada hakim siyasi ve askeri güçlerle 1071 öncesindeki elli yıl içinde değişik boyutlarda mücadele etmişlerdir. ancak; 26 ağustos 1071'de malazgirt'te sultan alparslan'ın kazandığı zafer ile türk tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. bu dönem; türk milleti'nin tek başına islam dünyası'nın kılıcı ve kalkanı olarak, birleşik hristiyan avrupa kıtasına karşı bugüne kadar sürecek olan savaşıdır. bu savaşın ilk aşamasında, 1071-1683 arasındaki 612 yılda türk milleti, malazgirt'ten viyana önüne kadar ilerlemiştir. bu savaşın ikinci aşamasında ise türk milleti; 1683'te viyana'dan, 1921'de sakarya kıyılarına kadar birleşik hristiyan batı karşısında, 238 sene süren bir gerileme; hatta yok oluşa yaklaşmayı yaşamıştır.

malazgirt savaşı'nın türk tarihinde yeni bir başlangıç olduğunun, dönemin türk aydınları da farkındadır. karahanlı soyundan prens kaşgarlı mahmut malazgirt'ten altı ay sonra 25 ocak 1072'de yazmaya başladığı ve 10 şubat 1074'te bitirdiği divan-ı lügatit türk'te şöyle demektedir: ''allah'ın devlet güneşini türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve türklerin üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. tanrı onlara türk adını verdi ve yeryüzüne hâkim kıldı. cihan imparatorları türk soyundan çıktı dünya milletlerinin dizgini türklerin eline verildi. türkler allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. haktan ayrılmayan türkler cenabı hak tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. türkler ile beraber olan kavimler bile aziz oldu. böyle kavimler türkler tarafından her arzularına eriştirildi. türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular. cihan hâkimi olan türklere herkes muhtaçtır. onlara derdini dinletebilmek ve bu suretle her arzuya nail olabilmek için de türkçe öğrenmek lazımdır.”

malazgirt savaşı'nın bir diğer önemi, 1071'in önemi; bir avrupa devleti olan doğu roma'nın, nihai olarak yenilmesi ile bir avrupa devleti toprağı olan anadolu'nun, türklerin kesin hakimiyetine girmesinden kaynaklanmaktadır.

nitekim, 1071'den dört sene sonra iznik'i alınmış ve süleyman şah tarafından 1080'de taht şehri ilan etmiştir. iznik'in türk başkenti olması ve üç yüz yirmi beş konsilinin toplandığı ayasofya kilisesi'nin cami yapılması, avrupa'da şok etkisi yaratmıştır. anadolu'nun fethi 1083'te tamamen bitmiştir.

ikinci bin yıla girerken gerçekleşen bu gelişme türklerin 1000 ile 2000 yılları arasındaki jeopolitik çerçevelerini belirlemiştir. oğuz türklerinin önemli bir bölümü için hedef batıya avrupa'ya ilerleyerek avrupa kıtası üzerinde hakimiyet kurmak olmuştur.

öte yandan, hristiyan avrupa'nın anadolu'nun fethine tepkisi, malazgirt'ten yirmi dört sene sonra olmuş 1096'da ilk haçlı seferi gerçekleşmiş ve 1270'e kadar yedi haçlı seferi yapılmıştır.

ilk haçlı seferi'nin anadolu'ya ulaşmasını takiben sultan 1. kılıç arslan'ın haçlı ordusuna karşı uyguladığı vur-kaç savaşları ile bu ordunun beşte dördünü imha etmesine yol açmıştır. buna rağmen haçlı ordusu 1099'da kudüs'ü fethetmiştir. bu seferin sonucunda bizans, batı anadolu'ya tekrar dönmüş, antalya'da bir latin kontluğu kurulmuştur. bunu izleyen diğer seferler de türkleri anadolu'dan atmayı başaramamıştır.

türklüğün anadolu'da tutunması; 1116-1155 arasında kırk yıl hüküm süren, sultan 1. mesut döneminde gerçeklemiş ve oğlu 2. kılıç arslan'ın, 1176'da yüz bin kişilik bizans ordusunu, miryokefalon savaşı'nda ezmesiyle kesinleşmiştir. prof. dr. abdülhaluk mehmet çay şöyle demektedir: ''26 ağustos 1071 malazgirt zaferi yeni yurt arayan türk milleti'ne bir müjde idi. 17 eylül 1176 miryokefalon savaşı ise anadolu'yu ilelebet türk yapan bir zaferdir.''

birinci haçlı seferi'ni sekiz haçlı seferi daha izlemiştir. bunlar; ikinci haçlı seferi (1147-1149), üçüncü haçlı seferi (1189-1192), dördüncü haçlı seferi (1202-1204), beşinci haçlı seferi (1217-1221), altıncı haçlı seferi (1228-1229), yedinci haçlı seferi (1248-1254), sekizinci haçlı seferi (1270), dokuzuncu haçlı seferi (1271-1272)'dir.

sayın hâkim;

bu haçlı seferleri türk milletini geriletmiş, türk ordularını ve türk devletini yıpratmış, anadolu'nun vatanlaşmasını geciktirmiş ancak hiçbir zaman türk ordularını yenememiş ve anadolu'nun türk milletine yurt olmasını engelleyememiştir. haçlı seferleri'ni aşan osmanlı türklüğü, anadolu'da sağlam temeller üzerine oturunca 1352'de avrupa'ya ilk adımını atmıştır. türk ordularının rumeli'de ilerlemesinin karşısına yine haçlı orduları çıkmıştır. sırpsındığı savaşı (1364), birinci kosova savaşı (1389), niğbolu savaşı (1396), varna savaşı (1444), ikinci kosova savaşı (1448), türk ordularının haçlı ordularına karşı kazandığı zaferlerin isimleridir.

yahya kemal beyatlı, türk tarihinin o muhteşem yüzyılını şöyle ifade eder:

“bin atlı, akınlarda, çocuklar gibi şendik.

bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik.

haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi “ilerle!”

bir yaz günü geçtik, tuna'dan kafilelerle.”

rumeli'ye ilk adımı atmamızdan yüz bir sene sonra istanbul, fatih sultan mehmet tarafından fethedilmiştir. istanbul'un fethi'nin, aynı zamanda bir türklük şuuru olduğunu, dönemin tarihçisi aşıkpaşazade derviş ahmet âşıkî'nin şu satırlarında buluruz; “fethin evvel cuma günü ayasofya'da cuma namazı kılındı. ve hutbe-i islam okundu. sultangazi mehmet adına kim ol murat gazi han oğludur. ve ol gazi mehmet han oğludur. ol dahi sultan beyazıd han oğludur. ve ol dahi murat gazi hünkâr oğludur. el halil gökalp nesli kim oğuz han oğludur.”

sayın hâkim;

istanbul fethedilirken dönemin tarihçisi aşık paşazadenin, oğuz han'a atıfta bulunmasındaki, tuğrul bey'in abbasi halifesine yazdığı mektuptaki, divan-ı lügat-ı türk'teki prens kaşgarlı mahmut'un temsil ettiği türklük bilincinin, dört yüz elli sene sonra fatih sultan mehmet han'da da yaşadığını göstermektedir.

türk ordularının haçlı ordularını yenerek, avrupa içindeki ilerlemesi devam etmiştir. 1521'de belgrad fethedilmiştir ve bugün bize duygusal olarak çok uzak gelen belgrad için dedelerimiz sevgi dolu türküler yakmışlar:

“belgrad kal'ası, zemlin ovası,

atlısı geçemez değil ki yayası”

1526'da nazlı budin, türk devletinin ve milletinin ruhunun bir parçası olmuştur. budin'i fethetmeden önce 29 ağustos 1526'da kazanılan mohaç meydan muharebesi, türk milleti'nin zihnine şu dizeler ile kazınmıştır:

“çadırlar toplansın, tuğlar dikilsin,

tekbir sedaları arşa yükselsin.

tuğlar başa geçsin gülbank çekilsin.

destur saldıralım düşman eline,

destur saldıralım macar eline.”

kızıl elma artık viyana'dır! budin'de, doğudan batıya sıralanan yedi cami inşa eden osmanlı türkleri, en batıdaki caminin adını, kızıl elma cami koymuşlardır. 1529'da viyana kuşatılmıştır. bunlar olurken avusturya arşidükü 1. ferdinand'ın elçisi ogier ghislain de busbecq, avrupa'nın karşı karşıya olduğu türk milletini şu cümleler ile değerlendirmektedir:

“topraklarımıza hücum edenler bizim bildiğimiz zafer kazanma yöntemlerini bilmeseydi kuvvetleri bizim kuvvetlerimize denk olsaydı ve buna rağmen bu düşmanlara göğüs germeseydik bize korkak denilebilirdi. fakat bu düşman tanrı'nın gazabı sonucunda bize karşı gönderilmiş eski zamanlarda attila büyük babalarımız zamanında timur şimdi de osmanlı tufanı gibi bir beladır.”

özetle fatih sultan mehmet, türk olduğunu nasıl biliyor ise avrupalılar da; attila, timur ve osmanlı'nın türk olduğunu bilmektedir.

sayın hâkim;

1529'da viyana'yı kuşatan osmanlı türk ordusu, yüz elli dört sene sonra, 1683'te viyana'yı, 2. kez kuşatmıştır. dünya tarihinde yüz elli dört sene yaşayan devletlerin sayısı az iken, bir milletin, bir ordunun, kızıl elmasını gerçekleştirmek için yüz elli dört sene sonra tekrar aynı şehri kuşatmasının tarihte bir başka örneği yoktur. ünlü psikiyatrist ve uluslararası çatışma çözümleyicisi prof. dr. vamık volkan bu iki kuşatmanın viyana'nın zihnini nasıl şekillendirdiğini şöyle anlatıyor:

''geçen yıl -2006'da- viyana üniversitesi'nde eğitim verdim. ansızın farkına varıyorum ki viyana kuşatması bir adım ötede dokunuyorsun o geliyor, hafızalarda o var.”

viyana, avrupa; türk kuşatmasını hiç unutmadı. bir görevi de türk ordusunun gelip gelmediğini kontrol etmek olan gözetleme kuleleri, ancak 20. yüzyılda yıkıldı. 1683'te türk milleti'nin; birleşik hristiyan avrupa karşısında viyana önünde başlayan geri çekilişi, 1686'da nazlı budin'in kaybıyla sonuçlandı. yüz elli sene sonra; istanbul, üsküp, bursa kadar türk olan nazlı budin düştü. türk milleti, balkan savaşı mağlubiyetini yaşayana kadar, 1912'ye kadar, nazlı budin travmasını aşamadı.

bugün de tarih şuuru yüksek insanlarımız için budapeşte nazlı budin'dir. bir iş adamı arkadaşım budin'e gidiyor. budin'i savunurken şehit düşen ve mezar taşına “kahraman düşman” diye yazılan, arnavut abdurrahman abdi paşa'nın başında fatiha okurken, hüngür hüngür ağlıyor. aynı mezarın başında ben de dua ettim, gözyaşı döktüm. o ziyaretim sırasında, budin'de uzun yıllardır yaşayan bir türk iş adamı ile sohbet ederken bana, hafta sonları tuna üzerindeki kızlar adası'nda koşarak spor yaptığından bahsetti. sordum, “o adaya neden kızlar adası deniyor, biliyor musun?” “hayır, bilmiyorum.” dedi. anlattım; “budin kuşatması devam ediyordu ve şehrin düşeceği anlaşılmıştı. türk ordusu, budin'de yaşayan otuz bin türk kadını gemilerle tahliye etmek için adada topladı ama bu tahliye olmadan düşman gemileri, adaya çıkarak kadınları esir aldı. otuz bin türk kadını, avrupa'da esir pazarlarında köle olarak satıldı.” dedim. arkadaşım ağlayarak “bir daha o adaya ayak basmayacağım” dedi.

sayın hâkim;

o türk kadınları yüzlerce ağıt yakmıştır. o ağıtlardan birisinde, razi kadın şöyle ağlamaktadır.

esir olduk kaldık bunda kimimiz,

arşa çıktı bizim âh ü zarımız,

aramızda şehid oldu çoğumuz,

kıyamet gününü gördük diyesiz.

ben razi kadınım, oldum zârıcı,

her karanlığa bir aydınlık verici,

elimde kalmadı, altınla inci,

yanık derdim, yoktur derman diyesiz.

nazlı budin'in kaybının ortaya çıkardığı travma, bütün devlet coğrafyamızda yüzlerce sene şu mısralar ile ifade edildi:

ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu.

bülbülün figânı, bağrımı deldi.

gül alıp satmanın, zamanı geldi.

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

çeşmelerde abdest alınmaz oldu,

camilerde namaz kılınmaz oldu,

mamur olan yerler, hep harap oldu,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

budin'in içinde uzun çarşısı,

orta yerde sultan ahmet camisi,

kâbe suretine benzer yapısı,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

budin'in içinde serdar kızıyım,

anamın babamın iki gözüyüm,

kafeste besili kınalı kuzuyum,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

cephane tutuştu aklımız şaştı,

selâtin camiler yandı tutuştu,

hep sabi subyanlar ateşe düştü,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

serhatlar içinde budin'dir başı,

kan ile yoğrulmuş toprağı taşı,

çerkez alemdar'dır şehitler başı,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

kıble tarafından üç top atıldı,

perşembe günüydü güneş tutuldu,

cuma günüydü budin alındı,

aldı nemçe, bizim nazlı budin'i.

viyana önünden 1683'te başlayan geri çekiliş, on altı sene süren savaştan sonra karlofça anlaşması (1699) ile sonuçlandı. kanuni'nin ölümünden yüz otuz üç sene sonra, osmanlı padişahı ilk kez toprak kaybetti. türküler ile 1071'den 1683'e kadar ilerleyen bir ordu ve bir millet, şimdi ağıtlar ile geri çekilmektedir. artık anneler ağıt ninniler söylemektedir:

“uyan yavrum sabah oldu,

kuşlar eyler figanı.

baban şehit geçti artık,

uyumanın zamanı.

nenni yavrum nenni nenni,

serhatlar bekler seni.”

karlofça bugün kuzey sırbistan'da küçük bir kasaba. anlaşma, karlofça kasabası'nın kuzeyinde, küçük bir tepenin üzerine kurulan bir çadırda imzalanmış, çadırın dört kapısı varmış. türk heyeti güney kapısında, alman heyeti kuzey kapısında, arabulucu olan devlet heyetleri de doğu ve batı kapılarından girmişler. sonra çadırı temsilen dört kapılı bir kapı yapılmış tepeye. 1999'da karlofça anlaşması'nın üç yüzüncü yılında anma toplantısına türk büyükelçisi de davet edilmiş. türk büyükelçisi, “eğer kilitli tutulan güney kapısını açarsanız gelirim” cevabını vermiş. düzenleme komitesi “olur” cevabını verince, türk büyükelçisi kılıcını kuşanan askeri ateşe ile birlikte güney kapısından üç yüz sene sonra tekrar girmiş. o günden sonra kapı yine kilitlenmiş. batı dünyası, türk milletine karşı duyduğu kin ve korkuyu, ruhunun derinliklerinde yaşatmaya devam ediyor.

karlofça mağlubiyetini, 1718'de venedik ve avusturya ile imzalanan pasarofça anlaşması izlemiş. sonra 1774 küçük kaynarca anlaşması ile kırım'ın kaybı yaşanmıştır.

19. yüzyıl ilber ortaylı'nın ifadesi ile “imparatorluğun en uzun yüzyılı”dır. yıkılış ve soykırım yüzyılıdır. mora isyanı ve bir gecede on iki bin türk'ün katledilmesi, 1812'de gagavuz yeri'nin rus ordusu tarafından işgali, belgrad'ın düşmesi (1815).

belgrad. bize ne kadar yabancı ne kadar uzak bir kent ismi değil mi?

sayın hâkim;

belgrad'a 1977 yılında gitmiştim. daha doğrusu belgrad'dan bir şubat günü geçmiştim. soğuk, puslu bir kentti. sevmemiştim. oysa dedelerimiz bu kenti çok sevmişler. bu kent için çok, çok fazla kan dökmüşler. çok ağıt yakmışlar. o ağıtları okuyunca dedelerimizden utanmıştım.

“belgrad'dan yola çıktım, sabah 5 idi,

kuran'ımla martinim bana eş idi.”

ya da

“belgrad yolu uzun urgan,

üstümüzde yoktur yorgan.

ağla benim enneceğim,

ben belgrad'da kaldım kurban.”

belgrad kalesi'ni çeviren hendeklerin, kan ile dolu olduğunu ifade eden mısraları okuduğumda, yıllar sonra çok duygulanmıştım. ve 1977'de belgrad'dan geçerken sevmediğim için kendimden utanmıştım. sonra belgrad kalesi'ni ziyaret ettim. ve kan ile dolan o hendekleri gördüm. imparatorluğun en uzun yüzyılı, en acı yüzyılıdır.

1877-1878 türk-rus savaşı (93 harbi) ile çöküş daha hızlanmıştır. 93 harbi'nden plevne müdafaasını anlatan şu mısralar aklımızda ve kalbimizdedir:

“tuna nehri akmam diyor,

etrafımı yıkmam diyor.

şanı büyük osman paşa,

plevne'den çıkmam diyor.”

1912-1913 balkan savaşı ile rumeli'den tasfiye edilmemiz; bursa, konya gibi türk kentleri olan selanik'in, üsküp'ün düşmesi… bu sefer selanik için ağıt yakarız:

“vapurun halkasına,

denizin dalgasına,

ben yârimi yolladım,

selanik kavgasına.”

ya da edirne kadar türk, manastır için:

“manastır'ın ortasında var bir havuz,

kula düşman olmuş arnavut, bulgar, sırp, yunan boğaz boğaz.”

özetle; 1071'den 1683'e kadar altı yüz on iki sene ilerleyen bir millet, 1683'ten 1921'e kadar iki yüz otuz sekiz sene süren bir geri çekiliş yaşamıştır. amerikalı tarihçi prof. dr. justin mccarthy, ölüm ve sürgün adlı kitabında, arşiv belgeleri ile 1810-1918 arasında, balkanlar ve kafkaslarda beş milyon türk'ün katliama uğrarken, beş milyon türk'ün anadolu'ya geri çekildiğini ifade etmiştir. türk milleti, tarihin en büyük ve en uzun soykırımlarından birisini yaşamıştır.

rumeli'de, nehirlerde, binlerce türk bebeğinin cesedi akmıştır. 20.yüzyılın başında balkan harbi'nde yaşadığımız travma o kadar büyüktür ki; nazlı budin travması, toplumsal hafızamızdan silinir. nasıl büyük olmasın? bulgar çetelerinden saklanmak için; derelerde, sazlıklar içine saklanan anneler, ağlayan, emzikteki bebeklerinin sesi duyulmasın ve bulgar çeteciler diğer çocuklarını öldürmesin diye kendi elleriyle bebeklerini suda boğmak zorunda kalırlar.

balkan savaşı'nın üzerinden 3 sene geçmeden; bu sefer amacı osmanlı türk devleti'nin paylaşılması olan, birinci dünya savaşı başlar. hızlı ve radikal reformlar ile savaşa hazırlanan türk ordusu, kahramanca savaşır. öyle uğursuz bir savaştır ki; müttefikimiz olan almanlar bile dostumuz değildir. ismet paşa; istanbul'da, genel kurmayda, birlikte çalıştığı bir alman kurmay subay ile sohbet ederken “almanya bu savaşı kazanır ise ödülü ne olacak?” diye sorduğunda, aldığı cevap “türkiye” olmuştur.

türk ordusu; bütün olumsuzluklara rağmen, adım adım savaşarak geri çekilmiştir.

1917'de kudüs'e giren ingiliz ordusu komutanı, son haçlı seferi'nin başarıya ulaştığını duyurmuştur. ingiliz ordusu kudüs'e girdiği zaman; müttefikimiz almanya'da da kiliseler, zafer çanı çalmışlardır. ingiliz başbakanı, “türkler asya'nın kızılderilileridir. akıbetleri de öyle olacaktır.” demiştir.

1919'da dünyada üç yüz milyon müslüman yaşamaktadır. bu üç yüz milyon müslümanın ancak yüzde üçünün dokuz milyonun yaşadığı sakarya ile aras arasındaki coğrafya işgal altında değildir. ve birleşik avrupa hristiyanlığı; bu coğrafyada direnmek isteyen türk milletini yok etmek için son haçlı ordusu olarak yunan ordusu'nu kiralamış, anadolu'nun içlerine sürmüştür.

sayın hâkim,

türk milleti'nin 1683'te viyana önünde başlayan ve kesintisiz 238 sene süren geri çekilişi, nihayet sakarya kıyılarında durmuştur. sakarya kıyılarında çarpışan ordular; sadece yunan ordusu ile türkiye büyük millet meclisi orduları değildir. sakarya kıyılarında; alparslan'ın orduları, bizans orduları ile savaşmıştır. kılıç arslan'ın, murat hüdavendigar'ın, yıldırım beyazıd'ın, fatih'in, kanuni'nin orduları; haçlı orduları ile savaşmıştır. özetle; mustafa kemal paşa, sakarya kıyılarında, 1071-1921 arasındaki 850 senede yaşanan bütün savaşlar adına, türk tarihi adına savaşmıştır. şair necip fazıl kısakürek bunu şöyle özetlemiştir.

''rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

sırtına sakarya'nın, türk tarihi vurulur.''

sırtına türk tarihi vurulan gazi mustafa kemal paşa'dır. sırtına sakarya'da türk tarihi vurulan mustafa kemal paşa, sakarya savaşı'ndan 11 ay sonra 26 ağustos 1922'de şu emri vermiştir: ''garp cephesindeki ordularımız tevfikatı sübhaniyeye(allah'ın iradesine ve yardımına) istinaden; ağustos'un 26'sı, cumartesi günü, düşmana taarruza başlayacaktır.''

büyük taarruz 1683'ten sonra, kalıcı sonucu olan ilk türk hücumu ve zaferidir. plevne müdafaası savunma savaşıdır. çanakkale savaşı, savunma muharebesidir. kut-ül amare zaferi savunma savaşıdır. ancak; geri çekilen bir ordu, 239 sene sonra, 26 ağustos 1922'de taarruza geçmiştir. bu taarruz, türk istiklal harbi'nin zaferle sonuçlanmasının ve türkiye cumhuriyeti'nin kurulmasının yolunu açmıştır.

sayın hâkim,

mustafa kemal atatürk sadece yaşadığı dönem içinde değerlendirilerek anlaşılamaz. atatürk'ün dünya ve türk tarihi içindeki konumu ancak; 1683 2. viyana bozgunu sonrasında başlayıp, 238 sene sonra 1921'de sakarya kıyılarına kadar devam eden türk milleti ve türk devletinin, soykırım ve tehcirlerle üç kıtadan, anadolu'ya çekilmesi ve yok olmasını durduran tarihi şahsiyet olarak anlaşılır ve doğru tespit edilebilir.

alparslan türkeş “atatürk, türk tarihinin himalayası'dır.” derken, bu gerçeği ifade etmektedir. evet, gazi mustafa kemal atatürk, türk tarihinin himalayası'dır.

atatürk, budin'in kıyılarından itibaren ağıt yakan, toprak kaybeden, vatan yitiren, geri çekilen, mağlup olan bir milleti, tekrar zafer'e götüren liderdir. atatürk, allah'ın türk milleti'ne lütfudur. atatürk'ün kurucusu olduğu türkiye cumhuriyeti, türk milleti için 2. ergenekon'dur. atatürk, manevi anlamda ergenekon'dan çıkışta türk milletine yol gösteren bozkurt, börteçine'dir.

cumhuriyetimizin kuruluşu, erdoğan'ın iddia ettiği gibi türk milletinin tarihi, inancı ve kültürü aleyhine politikaların izlendiği, faşizan dönemi değil, haçlı seferleri ile yok edilmek istenen bir milletin yeniden dirilişidir. atatürk döneminde; türk tarihi yüzyıllar sonra ilk kez bir hanedan tarihi olmaktan kurtularak, büyük türk tarihi zemininde bilimsel olarak incelenmeye başlamıştır. hunlar ile başlayıp; göktürk, uygur, karahanlı üzerinden, osmanlı'ya ulaşan 16 büyük türk imparatorluğu adeta yeniden keşfedilmiştir. büyük tarihçi fuat köprülü, osmanlı tarihini yazması için görevlendirilmiştir. örnekleri çoğaltmak için burada gerekli zamana sahip değiliz.

atatürk döneminde; diyanet işleri başkanlığı kurulmuş, türk milleti kuran-ı kerim'i türkçe metinden okuma imkanını elde etmiştir.

erdoğan'ın atatürk eleştirileri haksız, temelsiz, asılsız ve bilimsel olarak içi boş iddialardır. erdoğan'ın, atatürk dönemine yönelik eleştirilerinin temelinde, atatürk'ün benimsediği laiklik politikası vardır. türk milleti 24 ocak 1058'de, tuğrul bey'in abbasi halifesi tarafından, doğu'nun ve batı'nın sultanı ilan edilmesinden itibaren; tek başına islam dünyası'nın, birleşik hristiyan batı medeniyetine karşı hem kılıcı hem kalkanı olmuştur. insanlık tarihi boyunca hiçbir millet; türk milleti'nin taşıdığı büyüklükte bir yükü taşımamıştır. 1058'de başlayan bu savaşı; türk milleti, 1922'ye kadar tek başına sürdürmüştür. bütün bu süre içinde, türk milleti, 1914-1918 arasında, din kardeşlerinden, bu mücadelede, sadece 1 kez destek istemiş; ancak yüzlerce yıl, osmanlı'nın koruması, refahı ve barışı altında yaşayanların çok büyük bölümü; destek vermediği gibi, haçlı ordularının yanında yer almıştır.

sayın hâkim;

bugün gazze'de bir soykırım gerçekleşmektedir. israil ordusu gazze'yi insafsızca bombalamaktadır. bu soykırım gerçekleşirken, müslüman arap ülkelerinden, gazze için hiçbir anlamda politik, ekonomik ve sosyal destek gelmemektedir. aksine, birleşik arap emirlikleri ve katar gibi zengin arap ülkeleri israil ordusu ile ortak tatbikatlar yapmaktadır. oysa türk milleti; gazze ve bütün arap islam dünyasını bin sene tek başına birleşik bir medeniyete karşı savunmuştur. bu savunmanın sonunda milletimiz sadece; politik, askeri, ekonomik ve kültürel bir yıkım yaşamakla kalmıştır. demografik olarak da yıkım eşiğine gelmiştir.

işte mustafa kemal'in hilafeti kaldırması, bu jeopolitik ve stratejik gerekliliğin sonucuydu. 1923'te devletimiz, 1526'da nazlı budin'i fetheden devletin gücünde olsaydı, hilafeti kaldırmak, mustafa kemal atatürk'ün aklına dahi gelmezdi.

bu hususu cumhuriyetimizin kurucusu gazi mustafa kemal atatürk nutuk'ta şöyle açıklamıştır:

“millete anlattım ki bütün müslümanları içine alan bir devlet tesis etmek vazifesi ile yükümlüymüş gibi hayal edilen bir halifenin, vazifesini yerine getirebilmesi için, türkiye devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. millet buna razı olamaz! türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti bu kadar gayrı mantıki bir vazifeyi üzerine alamaz.

milletimiz, asırlarca bu manasız ve boş görüşten hareket ettirildi. fakat ne oldu?! her gittiği yerde, milyonlarca insan bıraktı. yemen çöllerinde, kavrulup mahvolan, anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz dedim. suriye'yi, ırak'ı muhafaza etmek için, mısır'da barınabilmek için, afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz?! ve netice ne oldu, görüyor musunuz?! dedim.

halifeye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün islam dünyasının işlerinde tasarruf sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifesi yalnız anadolu halkında değil onun 8-10 misli nüfusa sahip olan büyük müslüman kitlelerden talep etmelidir! yeni türkiye'nin ve yeni türkiye halkının, artık kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur… başkalarına verebilecek bir parçası kalmamıştır, dedim.

diğer bir noktayı da halka iyice izah edebilmek için şunları beyan ettim: biran için farz edelim ki, dedim, türkiye mevzubahis vazifeyi kabul etsin… bütün islam alemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare gayesinde yürüsün ve başarmış da olsun! pekala ama tabiiyet ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler derlerse ki, “bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. fakat biz bağımsız kalmak istiyoruz. istiklal ve hakimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! biz kendi kendimizi sevk ve idareye muktediriz!

o halde türkiye halkının bütün bu gayret ve fedakarlığı sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır?!

görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. hilafet ve halifeye vazife ve yetki vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti.”

türk milleti açısından, laiklik sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil; bunun ötesinde bir milli güvenlik ve milli varlığını koruma stratejisidir. birleşik hristiyan batı ile bin seneye yakın bir süre tek başına savaşmak zorunda kalan türk milleti, 20. yüzyılın başında tükenme noktasına gelmiştir. artık dini bir savaşı sürdürebilecek güce sahip değildir. cumhuriyet'in önceliği; türk milleti'nin varlığının korunmasına, güvenliğinin sağlanmasına ve türk halkının hak ettiği refaha kavuşmasına ilişkin mücadelenin verilmesi olmuştur.

erdoğan'a verdiğim cevap ancak bu çerçevede değerlendirilebilir.

sayın hâkim;

ben, cumhurbaşkanı erdoğan'a hakaret etmedim. ben, ak parti genel başkanı erdoğan'ın gazi mustafa kemal atatürk'ün politikalarının milletin inancı tarihi ve kültürünü yıprattığı ifadelerini reddederek erdoğan'ın izlediği politikaların türk milleti'nin inancı, tarihi ve kültürünü yıprattığını ifade ettim.

erdoğan'ın izlediği politikaların sonuçlarını konuşmamda tek tek ifade ettim. erdoğan'ın, “casus fetö'yü türk devleti'ne soktuğunu, türk devleti'ni fetö'ye teslim ettiğini, fetö'ye paralel devlet kurdurduğunu'' ifade ettim.

erdoğan 15 temmuz 2008 tarihli ak parti grup toplantısında, bir fetö kumpası olan ergenekon davalarının savcısı olduğunu söylemiştir:

“milletimiz bunu yakından takip ediyor, değerlendirmesini de buna göre yapıyor. çünkü kim kimlerin avukatlığına soyunmuş bunlar çok önemli. biz kendimize hiçbir vasıf tayin etmemişken bize de savcılık görevini sağ olsun onlar veriyor. bu da güzel bir şey. niye savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım.”

ayrıca ergenekon kumpas davalarının savcısı, fetö savcısı zekeriya öz'e; erdoğan'ın kendi makam aracını tahsis ettiği de basına yansıyan hususlar arasındadır.

erdoğan, daha 15 temmuz fetö'cü darbesi öncesinde, fetö'nün bir casusluk örgütü olduğunu bizatihi kendisi açıklamıştır. erdoğan, mart 2014 trabzon mitinginde, fetö ile ilgili şunları söylemiştir:

“…bir kısım medyayı da kiraladı. onlarla birlikte bazı işveren çevrelerini de şantajlarla emir komutası altına aldı. şimdi bizi yıpratmak için gayret içindeler. fakat diyorum ki, bak benim abdestimden şüphem yok, namazımdan da şüphem yok. sen abdestinden şüphesi olanlarla uğraş. bizimle uğraşamazsın. ama sen şu anda ülkenin milli güvenliğini tehdit eden çalışmalar içindesin. başbakanı, cumhurbaşkanını, meclis başkanını, bakanları dinleyemezsin. hiçbir hakim bununla ilgili karar veremez. ama bunlar maalesef casusluk örgütü olduğu için bizi dinlemeye varıncaya kadar bu yollara başvurdular. düşünebiliyor musunuz? ülkeyi yönetenlerin haremine giriyorlar. bunu tehdit unsuru olarak kullanıyorlar.

geçenlerde benimle ilgili söylediği ifade şu, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” “bu uzun bize çok hainlik yaptı!'' dedi. nasıl hainlik yaptıysak on yedi üniversite kurmak için geldiler hepsini onadım. bu muydu hainlik? bu ne vicdandır be! okullar için yer istedi, verdik. uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. ne nankörlük bu ya! ne istediniz de alamadınız?''

fetö'nün bir casusluk örgütü olduğu hususu, 15 temmuz darbesi sonrasında kurulan tbmm darbe girişimini araştırma komisyonu raporunda şöyle denmektedir:

“…türkiye'nin dış politika güvenlik ve istihbarat alanındaki plan ve faaliyetlerini ifşa etmek devlet sırlarını ortaya dökmek maksadıyla ve mensupları aracılığıyla casusluk faaliyetleri yürütmektedir…” örgüt devlet kaynakları üzerinden gayrı milli merciler adına casusluk faaliyetleri gerçekleştirilerek elde ettiği bilgileri yabancı istihbarat kurumlarına pazarlamıştır. (fetö fettullahçı terör örgütü iç güvenlik gelişmeleri serisi:3, 2019, t.c. içişleri bakanlığı iç güvenlik stratejileri dairesi başkanlığı sf.87-88) erdoğan, türk devleti'nin milli güvenliğini tehdit eden casusluk örgütü olan fetö'ye her türlü desteği verdiğini fettullahçı terör örgütü'nün personel ihtiyacını karşılayabilmesi için okul ve eğitim faaliyetlerine destek verdiğini, bu casus örgütün uluslararası alanda faaliyet gösterebilmesi için referans olduklarını beyan etmiştir.

fetö'nün casusluk örgütü olduğu, erdoğan'ın tbmm komisyonu'nun raporunun ve birçok mahkeme kararının gösterdiği gibi kesindir. fetö paralel devlet yapısını, erdoğan'ın yanlış politikaları sayesinde kurmuştur. erdoğan bu tespitimi de şubat 2014'te gazetecilere fetö ile ilgili yaptığı şu açıklaması ile doğrulamıştır:

“2010 referandumunda fetö'nün tek hedefi vardı. idari ve adli yargıyı ele geçirmek ve bunu başardılar. dolayısıyla “yargıya bu iş gittiği zaman orada da biz gereğini yapacağız'' dediler. hem birinci mahkemede hem üst mahkemede çözmüş oldular. üç ayağını da tamamladılar. işin istihbarat ayağı, emniyet ayağı, yargı ayağı.”

erdoğan'ın her türlü desteği verdiğini beyan ettiği fetö, 2010 referandumu ile ihtiyaç duyduğu zemine kavuşmuş ve erdoğan'ın ifadesi ile türk istihbaratını, türk emniyetini, türk yargısını yani türk devletini ele geçirmiştir.

fettullahçı terör örgütü'ne yönelik soruşturma kapsamında bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen eski hakimler ve savcılar yüksek kurulu üyesi kerim tosun, ankara cumhuriyet başsavcılığı'na verdiği ifadede: “160'lar olarak belirlenen yargıtay üyelerinin yüz yirmiye yakının cemaat mensubu olduğunu biliyorum.” diyen kerim tosun, bu kişilerden bir kısmıyla cemaat sohbetlerinde tanıştığını belirtti.

nazım kaynak: “yargıtay başkanı olduktan sonra yargıtay'da dairelerin iş bölümü değiştirildi. bu değişikliği de bizzat cemaat gerçekleştirdi. kamuoyunda bilinen cemaat için önemli olan balyoz, şike, hipnoz, kurdoğlu gibi davalar cemaatin güçlü olduğu dairelerin görev alanına girdi.” diye belirtmişti.

ağustos 2016 diyanet işleri başkanlığı olağanüstü din şurasında konuşan erdoğan: “bunlar tsk'nın içinde örgütlenmiş ve saati geldiğinde oradaki silahları millete doğrultabilecek karakterde olan bir örgüttür diyorduk, inanmıyorlardı.

yapının başında yer alan kişi ve kadro konusundaki tüm tereddütlerimize rağmen, yurt içinde yurt dışında yürütüyor gibi göründükleri yaygın eğitim, yardım, dayanışma faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. hatta allah dedikleri için müsamaha gösterdik. dedik ki, bir ortak yanımız var dedik. özellikle 2012 yılından sonra bu yapıyla ilgili rezervlerimizi çok açık koymuştuk. bu dönemde hızlanan tsk kadrolarına yönelik operasyonlar ve davalar ile ilgili de ciddi şüphelerim oluştu ve yetkilileriyle de bunları paylaştım. çok yakından tanıdığım uzun yıllar içinde birlikte çalıştığım bazı komutanlara yöneltilen suçlamaların ve tutuklamaların gerekçeleri beni ikna etmiyordu.

her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmamın üzüntüsü içerisindeyim. bundan dolayı hem rabbimize hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. rabbim de milletim de bizi affetsin.”

08.06.2018 tarihinde cnn türk'e vermiş olduğu mülakatta; “fetö'yü biz büyüttük, aldatıldık” cümlesini de yine recep tayyip erdoğan kurmuştur.

dönemin başbakanlık müsteşarı ömer dinçer'in 2015'te yayınlanan “türkiye'de değişim yapmak neden bu kadar zor” adlı kitabında ise, mgk tavsiye kararına karşı ne yaptıklarını aynen şöyle anlatıyor:

“devlet ve ordu içindeki bu “fetö'cü paralel yapılanma tehlikesine” karşı mgk'nın tavsiye kararı başbakanlığa bildirildikten sonra konuyu başbakanımıza açtım ve gelen yazıyı 'dosyasına' kaldırmaya karar verdik.

bu karar metni bakanlar kurulu'nda imzaya açılmadı ve hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

konudan mgk toplantısına katılan bakanlar dışında kimsenin haberi olmadı ve onları endişeye sevk edecek bir sonucun doğmamasına özen gösterildi.

bütün toplumsal ve siyasi riski hükümet adına sayın başbakanımız, hukuki riski ise ben üstlenmiştim.”

bu riski üstlenmenin bedeli; ergenekon, balyoz, casusluk, selam tevhid, mit tırları, dava görünüşlü istihbarat operasyonları ile türk ordusunun ağır psikolojik saldırıya maruz kalması, deniz kuvvetlerimizin ikinci bir navarin baskını yaşaması, askeri sırlarımızın yabancı servislerin eline geçmesi, yargı ve polis, istihbarat servislerimizin bir casus örgütün denetimine girmesi olmuştur. türk devlerinin stratejik hafızası örselenmiştir. nihayet genelkurmay başkanlığı, fetö'nün eline geçince 15 temmuz darbesi yaşanmış, yüzlerce yurttaşımız şehit olurken, tbmm'miz bombalanmıştır.

görüldüğü üzere erdoğan; fetö'nün tsk'ya yönelik operasyonlarını bildiğini, allah dedikleri için müsamaha gösterdiklerini itiraf etmiştir.

fetullahçı terör örgütü tarafından sınav sorularının çalınmasına göz yumularak yüksek öğretim kurumları ve kritik devlet kadrolarının casusların eline geçmesine müsamaha gösterilmiştir. yapılan istatiksel analizlerde, fetö'nün 2000-2013 yıllarında kritik alanlar dahil tüm ösym sınav sorularını ele geçirdiği tespit edilmiştir. (organize ve mali suç örgütü olarak fettullahçı terör örgütü (fetö) çalıştay raporu, 11 şubat 2017, ankara, sf.42)

darbe girişiminden yargılanan kişiler kara harp okulu mezunlarının yüzde doksanının fetö ile ilişkili olduğunu itiraf etmişlerdir. nitekim, 15 temmuz hain darbe girişimi sonrasında;

türk silahlı kuvvetleri'nden 150'si general 24706,

emniyetten yaklaşık 38000,

adli ve idari yargıdan yaklaşık 4000,

yök'ten 2346,

sağlık bakanlığı'ndan 2018,

maliye bakanlığı'ndan 1642,

diyanet işleri başkanlığı'ndan 1519,

içişleri bakanlığı'ndan 369,

başbakanlık'tan 302,

sosyal güvenlik kurumu'ndan 605,

trt'den 312 olmak üzere toplamda 125.678 fetö'cü bürokrat ihraç edilmiştir.

bu sayı dahi tek başına, erdoğan tarafından üstlenilen riskin büyüklüğünü göstermektedir. nisan 2025'te iktidarın yarı resmi yayın organı olan yeni şafak gazetesinin, ekonomideki başarısızlığın nedeni olarak, ekonomi bürokrasisi içindeki kripto fetö'cüleri göstermesi, tehlikenin hala devam ettiğinin göstergesi değil midir?

bu kadrolara ve görevlere akp ve erdoğan döneminde gelmişlerdir. erdoğan'ın; fetö'nün, türk devleti'nin harimi ismetine girmesine müsamaha gösterdiklerine ve fetö'ye, her istediklerini verdiklerine yönelik itirafları ile 15 temmuz sonrası yargılama süreçleri ve devlet kurumlarınca yapılan tespitler; bu haçlı casus örgütünün, türk devletine büyük zararlar verdiğini göstermektedir. erdoğan ve resmi makamlar sözlerimi doğrulamıştır. hiçbir haçlı seferi, türk devleti'nin içine sızamamış, türk devleti'nin maneviyatını bozmaya yeltenememiştir.

sayın hâkim;

casus fetö terör örgütü devlet içinde örgütlenip, türk silahlı kuvvetleri, türk istihbarat teşkilatı, emniyet genel müdürlüğü, türk yargısı ve sonuç olarak türk milleti ve türk devleti'ne karşı; ergenekon balyoz, casusluk, mit müsteşarının tutuklanması ve mit tırları operasyonlarını yaparken, erdoğan başbakandı. ve recep tayyip erdoğan 15 temmuz sonrasında “rabbim ve milletim beni affetsin.” diyerek; fetö ile yapılan iş birliğinin, fetö'ye, devlet kurumlarını teslim etmenin yanlış olduğunu, bundan pişman olduğunu ifade ve kabul etmiştir.

sayın hâkim;

bu yanlış politikaların, bütün haçlı seferlerinden daha fazla, türk devleti'ne zarar verdiğini söyledim. çünkü haçlı seferleri, anadolu'ya dışardan, avrupa'dan geldi. ancak son haçlı seferi fetö, anadolu'dan bir beşinci kol olarak ülkemize saldırdı. erdoğan, son haçlı seferi olan fetö'ye karşı önlem almakta çok gecikmiştir.

2003 yılında, mgk'da, fetö'nün bir haçlı seferi casus örgütü olduğu konusunda yapılan uyarıyı ciddiye almayan erdoğan; 2015'e kadar, türk devleti'nin ve sonunda ak parti iktidarının, en yakın mesai arkadaşlarının hedef alınmasının önünü açmıştır.

fetö, haçlı seferi olduğunu da gizlememiştir. haçlı seferlerini olumlu gören fetö terör örgütü elebaşı fettullah gülen, 20 ağustos 2016 tarihinde “haçlı'nın ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. bir kere onlar sizin kadınlarınıza, kızınıza ilişmezler, mabedinize ilişmezler, ilişmemiş haçlılar...” demiştir. (farklı boyutlarıyla fetö-pyd, ankara 2019, diyanet işleri başkanlığı yayınları, s.93, din işleri yüksek kurulu kararı:30.01.2019/6)

fetö elebaşı; papa 2. jean paul'a şubat 1998 tarihli mektubunda, “…papa 6. paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için papalık konseyi (pcıd) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz...” demiştir. hatta fetö elebaşı ve yanındakiler, vatikan ziyaretlerinde, papa'nın elini öpmüşlerdir. aynı şekilde erdoğan ve ak parti tarafından büyük tarihçi kabul edilen, “amerikan kuklası bir halife gelse, gelsin de kim gelirse gelsin. hilafeti geri getirelim.” “keşke yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı” sözlerinin sahibi olan kadir mısıroğlu'nun hocası, şeyh nazım kıbrısi de papa'nın özel olarak kendisini ziyarete geldiğini beyan etmiş ve adamlarına papa'nın elini öptürtmüştür. papalık tarafından, defaatle dinler arası diyaloğun amacının, özellikle asya kıtasının hıristiyanlaştırılması olduğu belirtilmiştir. papa 2. jean paul'un 1999 yılında yaptığı noel konuşmasının iyi anlaşılması gerekir. papa konuşmasında “...birinci bin yılda avrupa'yı hıristiyanlaştırdık, ikinci bin yılda ise afrika ve amerika kıtasını, üçüncü bin yılda ise hedefimiz asya'dır…”, “…kilisemiz, bütün insanlığın mutluluğu içindir. dinler arası diyaloğun bizim için anlamı, bütün insanları incil'e ve kilise'ye yani hıristiyanlığa ulaştırma yoludur…” demiştir.

dinler arası diyalog toplantıları; öncelikle müslümanları, islam hakkında şüpheye düşürme keza sinsi bir şekilde hıristiyanlaştırma, etnik kimlikleri ön plana çıkarma, islam'ı bir nevi protestanlaştırma ve özünden uzaklaştırma planlarını bünyesinde taşıyan, vatikan merkezli post modern bir misyon hareketidir. (din istismarı ve fetö gerçeği, istanbul, 2018, diyanet işleri başkanlığı yayınları, s. 128)

bilindiği üzere fetö elebaşının da cenazesi, islam'ı usullere göre değil protestan usullere göre gömülmüştür. türkiye'deki kurumsal dini düşünceyi yozlaştırma maksadına matuf bu çaba, islam dinini temel bilgi ve meşruiyet kaynaklarını (kuran-ı kerim ve hz. muhammed'in sünneti) zayıflatma amacı taşımaktadır. (fetö fettullahçı terör örgütü iç güvenlik gelişmeleri serisi:3,2019, t.c. içişleri bakanlığı iç güvenlik stratejileri dairesi başkanlığı s.34)

yüksek öğretim, milli eğitim, diyanet ve devletin kritik noktalarını ele geçiren fetö, türk milleti'ne karşı bu inançsızlaştırma ve hıristiyanlaştırma planını uygulamıştır. fetö ele başı “herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani muhammed allah'ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” demiştir. (fetö elebaşı küresel barışa doğru (kozadan kelebeğe-3) s.131)

akp ve erdoğan'ın bütün istediklerini vermesi sayesinde, devletin imkanlarını kullanan fetö, benzeri propagandalarla, türk milletine inkültürasyon projesini uygulamıştır. bin yıldır malıyla, canıyla haçlı seferlerine karşı mücadele eden bu milletin çelik zırhına, imanına saldırarak inançsızlaştırmaya çalışmıştır. resullullah hz. muhammed'e olan her türlü sevgiyi din dışı addeden vehabiliği, ajanlarıyla kurdurarak, osmanlı'nın sonunu getiren batı; aynı inançsızlaştırma araçlarıyla ve fetö eliyle türk gençlerini inançlarından uzaklaştırmıştır.

erdoğan, son haçlı seferi fetö'nün, devletin içinde devlet kurmasına, erdoğan'ın ifadesi ile “paralel devlet” kurmasına izin vererek; türk devleti'nin, bütün haçlı seferleri'nden fazla zarar görmesine yol açmıştır.

yaptığım bu tespit, düşünce hürriyeti kapsamında ifade edilmiş bir siyasi eleştiridir.

erdoğan'ın son haçlı seferi fetö ile mücadelesi ancak 2011 seçimlerinden sonra çok yavaş başlamış, 17/25 aralık 2014'ten sonra güçlenmiş ancak 15 temmuz 2016'dan sonra gerçek bir mücadeleye dönüşmüştür. özetle erdoğan'ın son haçlı seferi fetö ile mücadelesi 2014 sonrasında başlamış olsa da bu, daha önce gerçekleşen tahribatın varlığını ortadan kaldırmamaktadır.

erdoğan anılan politikalarını eleştirdiğim dönemde “cumhurbaşkanı” değil “başbakan”dır. diğer bir ifade ile söz konusu eleştiriler teknik olarak cumhurbaşkanının değil başbakanın politikalarına yöneliktir.

sayın hâkim;

erdoğan, savunmamın başında bahsettiğim ve benim verdiğim cevap sebebiyle yargılandığım konuşmasında; atatürk döneminde izlenen politikaları, türk milleti'nin kültür ve tarihine zarar verdiğini ifade etmiştir. oysa erdoğan döneminde, türk milleti'nin geniş kesimleri, allah ile türk milletinin manevi değerleri ile milletimizi aldatanlardan dolayı, dinlerinden soğumaya başlamış ve erdoğan döneminde deist, ateist sayısı yüzde on altıyı aşmıştır.

diyanet işleri başkanlığı'nın din işleri yüksek kurulu'nun karar ve yayınlarında bu durum: “türkiye'de deizm ve ateizmin artması, müslümanların sözleri ve fiilleri arasındaki uçuruma ahlak bağlamında bir tepki” şeklinde açıklanmıştır. (güncel dini meseleler istişare toplantısı-güncel inanç problemleri, sf.53, istanbul aralık 2020, diyanet işleri başkanlığı yayınları, din işleri yüksek kurulu kararı: 05.02.2020/5)

görüntüde dindar görünen bazı kişilerin, dünyevi veya şahsi çıkarı söz konusu olduğunda, tam tersi bir davranış ve tepki gösterdiği görülen bir gerçektir. bu durum “gösterişçi dindarlık/şov müslümanlığı” olarak kavramsallaştırılmıştır. ülkemiz ve islam coğrafyası üzerinde düşündüğümüzde; dindarlık görüntümüz ile günah ve dünyevi olanı haksız elde etmeye yönelişimiz tam bir çelişki arz etmektedir.

bu gerçek ekonomik veya siyasi kriz zamanlarında tavan yapmakta fırsatçılık adeta en geçerli akçe konumuna yükselmektedir. dindarların bu çelişkileri, dindar olmayan çevrelerin yaşantılarını daha bir tahkim etmekte ve onları dinden ve dini alandan uzaklaştırıcı bir etken olmaktadır. günümüzde deist veya ateist olduğunu iddia eden kişilerin bu yöne gitmesindeki temel etkenlerin dindarlar tarafından sergilenen bu ahlaki çelişkiler olduğu kendi beyanlarından anlaşılmaktadır. onların bu çelişkileri, dindarlar üzerinde sürekli görmeleri kendi ateist ve deist duruşlarını da güçlendirmektedir. böylece takva boyutunu yakalayamamış müslüman kişi; yaşantısıyla, doğrudan dine zarar verirken dolaylı olarak da din karşıtı akımların güçlenmesine ve insanların oralara doğru kaymasına katkı sağlamaktadır. (güncel dini meseleler istişare toplantısı-güncel inanç problemleri, sf.154, istanbul aralık 2020, diyanet işleri başkanlığı yayınları, din işleri yüksek kurulu kararı: 05.02.2020/5)

din ve dini değerlerin, tarihi geçmişi olmasına rağmen, son zamanlarda giderek artan bir biçimde, bir kısım dini görünümlü cemaat, tarikat ve gruplar tarafından, ticari ve siyasi yönden dünyevi amaçlar için istismar edilmesi; dinin ve dine bağlılığın, insanlar katında değerini düşürmektedir. bu durum, bazı insanları dinden uzaklaştırarak dinsizliğe ve ateizme sürüklemektedir. dinin ticari ve siyasi ikbal için istismar edilmesi, düpedüz kuran'ın ruhuna, islam'ın evrensel ve ebedi amaçlarına aykırıdır. (selim özarslan, ülkemizde ateizme yönelme sebepleri, diyanet ilmi dergi cilt:55 sayı:4 ekim-kasım-aralık 2019, sf. 1022)

sayın hâkim;

2011 sonrasında 5 milyon kayıtlı ve 2 milyon kayıtsız suriyeli, 2 milyon afgan, 2 milyon afrikalı ile iranlı, pakistanlı, rus, ukran ve sair 2 milyon sığınmacı ve kaçak anadolu'ya sokulmuştur. bu durumun milli dokumuzu bozmasının yanında; gelenlerin içerisinde yüksek sayıda selefi cihatçı zihniyette kişiler mevcuttur. selefiler, bektaşilik dahil ehlisünnet geleneğinden gelen cemaat ve tarikatların baş düşmanıdır.

emperyalizm tarafından kullanılmaya en yatkın gruplardan birisi olan selefilik'e örnek olarak işid ve el-kaide verilebilir. maalesef ki milyonlarca sığınmacı ve kaçağın kontrolsüzce ülkemize akın ettirilmelerinin sonucu olarak, selefilik de anadolu içerisinde hızla yayılmaktadır. anadolu'nun demografisinin bozulması, türk milleti'nin kültür ve inancının bozulmaya çalışılması, türk devleti'ne casusların sokulması, erdoğan'ın beyanlarıyla devlet kurumlarının resmî açıklamalarıyla doğrulanmaktadır.

sözlerimde erdoğan'ın kişiliğini hedef alan hiçbir hakaret unsuru yoktur. eylem ve politikalarının eleştirisi vardır. bunları erdoğan'ın kendisi söylemekte, kabul etmekte ve hatta “rabbim ve milletim beni affetsin” diyerek, pişmanlığını dile getirmektedir.

erdoğan'ın kendisinin kabul ettiği, benimsediği fikirlerinin tarafımca dile getirilmesi, hakaret fiilinin tck kapsamında tanımlanan unsurlarına uygun düşmediği için isnat edilen fiilin sübuta erdiğini kabul etmek mümkün değildir.

sayın hâkim;

son olarak; sahip olduğum devlet terbiyesi sebebiyle, tüm türk vatandaşlarının edinmesi gerektiğini düşündüğüm bir düstura değinmek zorundayım.

ak parti genel başkanı recep tayyip erdoğan'ı en sert şekilde yıllardır eleştiriyorum. bu eleştirilerimden dolayı hiç hakaret iddiası ile hakkımda soruşturma açılmadı. cumhurbaşkanı recep tayyip erdoğan'ı eleştirdim, ancak hiç hakaret etmeyi düşünmedim. izlediği politikalar ve yanlış bulduğum açıklamalardan ötürü ne kadar öfkelensem de hakaret etmeyi düşünmedim. çünkü ister cumhurbaşkanına hakaret için yasal düzenleme olsun ister olmasın; recep tayyip erdoğan, armasında 16 türk devleti'nin varlığının ifade edildiği kadim türk devleti'nin son halkası olan türkiye cumhuriyeti'nin devlet başkanıdır.

benim geldiğim ve mensubu olmaktan şeref duyduğum türk milliyetçisi siyaset geleneğinde devlet başkanlarına hakaret edilmez. siyasi olarak eleştirsek dahi, önünde türk sancağının eğildiği tek makam olan türk devlet başkanı'na hakaret edilmez. o makamda olduğu sürece, o makama saygımızdan ötürü cumhurbaşkanlığı makamını ve makamın onurunu sadece korumak değil aynı zamanda iç ve dış düşmanlara karşı savunmak da her namuslu türk cumhuriyeti yurttaşının görevidir. ayrıca sayın cumhurbaşkanı bilmektedir ki ümit özdağ gerek 15 temmuz gerek 15 temmuz sonrasında gerçek ve muhtemel saldırılara karşı türkiye cumhuriyeti'nin yanında, fetö gibi yapılanmalara karşı durmuştur.

bununla beraber, türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı makamında oturan herkesten, erdoğan dahil, istiklal harbimiz başkomutanı türkiye cumhuriyeti'nin kurucusu gazi mustafa kemal atatürk'e saygı duyulmasını beklemek de bizim milli namusumuza düşen görevdir.

aynı şekilde cumhurbaşkanı olsa dahi; hataları söylemek ile hakaret etmeden ve eleştiri sınırlarını aşmadan eleştirmek, savunmamda bahsettiğim yargı kararlarında da belirtildiği gibi bir “yurttaşlık görevidir”.

nitekim benim burada bir başka davadan ötürü tutuklu bulunmamın nedeni, terörsüz türkiye adı verilen, öcalan ve pkk terör örgütü ile yapılan ikinci müzakere sürecine zafer partisi'nin karşı çıkmasıdır. birinci terörle müzakere sürecinde analar ağlamasın diyerek yola çıkılmıştı. elbette analar ağlamasın ancak müzakere ederek bir anlaşma sağlamaya çalıştığınız yapı, sorumlu, namuslu, sözüne güvenilir insanlar topluluğu değil ki. aksine bu yapı türkiye'ye düşman her devlet ile açık kapalı iş birliği yapmış, uyuşturucu dahil her türlü kriminal faaliyetin içinde olan bir katiller çetesidir.

bu çetenin yöneticilerinin, binlerce insanı hiç acımadan ölüme gönderdiğini, binlerle asker ve sivili şehit ettiğini biliyoruz. bundan dolayı birinci terörle müzakere süreci sonunda analar daha fazla ağlamıştır. üstelik birinci terörle müzakere sürecinden istifade eden pkk; ypg adı altında türkiye'nin göz yumması, hatta 2013'e kadar desteği ile suriye'nin kuzeyinde yapılanma ve işgal fırsatı bulmuştur. o zaman pkk ile müzakere olmaz diye uyarmıştık, bugün de uyarıyoruz. terörsüz türkiye, allah korusun, daha fazla terörlü bir türkiye'ye yol açmamalıdır. terör örgütü ve arkasındaki emperyalist güçler; 20. yüzyılın başında, musul-kerkük'ü vatandan kopararak petrol kaynaklarımızı gasp ettikleri gibi 21. yüzyılın başında da güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerimizi kopararak, hem su kaynaklarımızı gasp etmeyi hem de türkiye ile türk dünyası arasındaki bağı kopartmayı amaçlamaktadırlar.

dün olduğu gibi bugün de; pkk'ya güvenmenin doğru olmadığını söylüyorum, zafer partisi söylüyor. pkk'yı tatmin etmek için anayasamızı değiştirmeyelim. milli üniter ve laik devletten vazgeçmeyelim. pkk, gerçekten şartsız teslim olacak ise kimse buna karşı çıkmaz. işte bugün, benim burada olmamın nedeni; pkk ile müzakere değil, mücadele edelim dememdir.

iktidarın çok sevdiği bir propagandist gazeteci vardır. isminin baş harfleri rok'tur. rok, öcalan ile müzakerelerin de gayrı resmi sözcüsüdür. rok, imralı süreci başladığı zaman; “bu süreçte türk milliyetçiliği yapana, bedel ödetecekler.” demiştir. ben şimdi silivri'de tutuklu olarak, öcalan için rehin tutularak, bu bedeli ödüyorum.

allah, türk milletini ve türk devletini korusun. ben bu bedeli, hayatım boyunca güvenliği için mücadele ettiğim, türk milleti ve türk devleti için elbette öderim. ben burada bulunarak; şehitlerimizin aziz anılarına, gazilerimizin değerli varlıklarına saygı duruşunda bulunuyorum.

sayın hâkim;

sonuç olarak, suç unsuru olduğu iddia edilen sözlerim; yukarıda açıkladığım gerekçelerle, siyasi eleştiri sınırlarını aşmadığından, beraatımı talep ederim.

anayasamızın 138. maddesinin 1 ve 2. fıkraları; “hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.

hiçbir organ, makam veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” şeklinde düzenlenmiştir.

bir alman köylüsünün berlin'de hakimler var diyerek, kralına kafa tuttuğu bir dünyada, türkiye'de hakimlerin olduğunu, bazı vicdanların ve onurların, tek efendisinin sadece onur ve vicdan taşıyan o kişiler olduğunu biliyoruz.

“adalet mülkün temelidir” düsturunu, sadece duvarda yazan bir yazı olmaktan çıkarıp, türkiye cumhuriyeti'nin temeli yapacak olan husus; sizin, anayasaya, yasalara, hakkaniyete ve hukukun diğer kaynaklarına uygun olarak ve türk milleti adına, milletin vicdanına uygun ve bağımsız olarak vereceğiniz hükümdür.

tüm türk milletine ve bağımsızlığını koruma mücadelesi veren türk yargı mensuplarına saygılarımı sunarım.''

akın gürlek

bigcoder
1982 yılında Nevşehir'de doğan Akın Gürlek, hukuk eğitimini Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. Mezuniyetinin ardından çeşitli il ve ilçelerde hâkimlik görevlerinde bulundu. Hukuk kariyerinde hızla yükselen Gürlek, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptığı dönemde dikkat çeken kararlarıyla adından söz ettirdi. 2021 yılında birinci sınıf hâkimliğe terfi eden Gürlek, 2022 yılında Adalet Bakan Yardımcısı olarak atandı. 2024 yılında ise İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı görevine getirilerek Türkiye'nin en önemli yargı makamlarından birinin başına geçti.

Kariyerinde Öne Çıkan Kararlar ve Tartışmalar
Akın Gürlek, özellikle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı döneminde verdiği kararlarla kamuoyunun gündemine geldi. Anayasa Mahkemesi'nin milletvekili Enis Berberoğlu hakkında verdiği ihlal kararını tanımaması, hukuk çevrelerinde yoğun tartışmalara neden oldu. Bu tutumu, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı üzerine yeni bir hukuki tartışmayı da beraberinde getirdi.

Bunun yanı sıra, siyasi ve toplumsal davalarda aldığı kararlar nedeniyle de eleştirilerin odağı oldu. Bazı kesimler Gürlek'in hukuk normlarına bağlı kalarak kararlar verdiğini savunurken, bazı çevreler ise siyasi etkiler altında kaldığını iddia etti.


2024 yılında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanan Gürlek, Türkiye'nin en büyük ve en yoğun yargı birimlerinden birini yönetmeye başladı. Bu süreçte, adaletin etkin işlemesi adına yürüttüğü politikalar ve karar mekanizmaları yakından takip edilmektedir.

Son olarak, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile arasında yaşanan hukuki süreç gündeme oturdu. Özel'in kendisine yönelik “seyyar giyotin” ifadesini kullanması üzerine Gürlek, manevi tazminat davası açtı. Mahkeme, Özel'in toplamda 480 bin lira tazminat ödemesine hükmetti. Bu karar, siyasi ve hukuki çevrelerde çeşitli tartışmalara neden oldu.

Son faaliyeti 19 mart 2025 tarihinde ibb başkanı ekrem imamoğlu hakkında gözaltı kararı vermiştir, tutuklama kararı verileceği kesin.

28 aralık 2024 narin güran cinayeti karar duruşması

bigcoder
Türkiye'yi sarsan Narin Güran cinayeti davası devam ediyor. Kararın beklendiği davada Enes Güran'ın diğer avukatı savunma yaptı. Hemen ardından da anne Yüksel Güran savunmasını yapmaya başladı. Yüksel Güran ifadesinde, "Ben anneyim ve oğlum ile birlikte katil olarak gösteriliyoruz. Biz Narin'e neden zarar verelim? Enes ne yaptı da kızımı öldürsün? Bu dünyada artık bir hayatım kalmadı" dedi. Duruşmanın başında Diyarbakır Barosu adına söz alan eski baro başkanı Nahit Eren'in açıklamalarının ardından mahkeme başkanı, "Bu mahkeme, aciz bir mahkeme değildir. Bu mahkemenin iyi niyeti suistimal edilirse, milletvekili dahi olsa duruşma salonunu boşaltacağım" ifadelerini kullandı. Aranın ardından duruşma tekrar başladı. Mahkeme Başkanı Ramazan Dündar, "Bu gece duruşma bitecek ve gece kararımızı açıklayacağız" ifadelerini kullandı. Narin Güran cinayeti davasında saat 21.00'de sanıklara son sözleri sorulup, karar açıklanacak...

Ekleme:
Hüküm; anne amca ve abi'ye ağırlaştırılmış müebbet hapis.
Nevzat 4 yıl 6 ay hapis.

Kimin öldürdüğü halen muamma.

kemal kılıçdaroğlu'nun mahkeme ifadesi

bigcoder
22 Kasım 2024 tarihinde, İstanbul 57. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanırken vermiş olduğu ifade, tarihe not düşülmesi için;

Sayın Yargıç,
Konuşmama başlamadan önce iki hususa dikkat çekmek istiyorum.
Birincisi : Ben buraya işlediğim bir suçtan ötürü kendimi savunmak için değil, işlenen suçları kayıtlara geçirmek, hesabını sormak ve tarihe not düşmek için geldim.
İkincisi : Maruz bırakıldığım bu hukuksuzluğun öznesi ve sebebi olmadığınızı biliyorum. Söyleyeceklerimin hiçbirisinin şahsınızla bir ilgisi yoktur.
Ancak bilmenizi isterim ki sizinle ortak bir noktada buluştuk. Tarih, bana gerçekleri söyleme görevi verdiği gibi size de bu gerçekleri kayıt altına alma fırsatı sunmuştur.
Sanırım, açılan davaların ve mahkemeye çıkmamın nedeni; Erdoğan'a "Başçalan, Hırsız ve Başhırsız " demiş olmamdır. Öncelikle ispatlarla sabit olan bu gerçekleri dile getirdiğim için hiçbir pişmanlığımın olmadığını söylemek isterim.

Ne mutlu ki bana, mahkeme karşısına, "Rüşvet suçundan" çıkmadım. Ne mutlu ki bana, "yetim hakkı yiyen zimmet suçlusu bir hırsız" olarak karşınıza çıkmadım
Ve yine ne mutlu ki bana Sayın Yargıç, karşınıza "Vatana ihanetten" de çıkmadım.
Karşınıza Sayın Yargıç, "Hırsıza hırsız " dediğim için çıktım.
Sizlerin ve aziz milletimin huzurunda ve tarih önünde tekrar söylüyorum;
"Oğlum evdeki paraları sıfırladın mı " diyen adam HIRSIZDIR.
"Bir tek yüzüğüm var, zengin olursam bilin ki çalmışımdır" diyen adam zengin olmuş ise Sayın Yargıç, buradan tekrar söylüyorum BAŞÇALANDIR - HIRSIZDIR.
Sayın Yargıç; Ben Kemal Kılıçdaroğlu..!
Maliye Bakanlığında hesap uzmanlığı, Gelir idaresi Başkanlığında Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Yardımcılığı yaptım. Bağ-Kur ve Sosyal Sigortalar Kurumunda Genel Müdürlük ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında Müsteşar yardımcılığı yaptım.
Siyaset arenasına girmeden önce Üniversitede ders verdim.
Milletvekilliği ve Grup Başkan Vekilliği yaptım.
Daha sonra üyesi olmaktan her zaman gurur duyduğum Cumhuriyet Halk Partisinde Genel Başkanlık görevini 13 yıl boyunca yerine getirdim.

Sayın Yargıç,
Bütün görevlerim süresince çok büyük bütçeler yönettim. 10 binlerce memura amirlik yaptım. Ne beytül malın bir kuruşuna el uzattım, ne de bir kişiye müsaade ettim. Çeteler, baronlar ve mafyalar hep karşımda olmuştur.
Tarih kadar uzun bir yolculuktan geldim.

Sayın Yargıç.
68 Kuşağında Denizlere, Mahirlere ve Hüseyinlere yoldaşlık ettim. İdamlara tanıklık ettim.
Daha sonraları anladım ki, Sağdan ve soldan idam edilenlerin aslında aynı hedefte yürüyen kardeşler olduğunu.
Düşmanlarımızın ise tek olduğunu.

Aslında, bu ülkeyi bölmek ve bizleri kendilerine köle yapmak için amansızca çalışan Emperyalistlerdi bizim tek düşmanımız.
O kara günler geçtikten sonra, darbeler ve idamlar sürecini çok düşündüm ve tek bir şeye İnandım...
Biz; sağcı-solcu, seküler-dindar, Alevi-Sünni, Türk-Kürt değildik.
Biz, dünyanın en güzel topraklarına sahip bu vatanda, barış, kardeşlik, huzur ve bereket içinde yaşama mücadelesi veren;
ancak işgalci güçler ve onların içimizdeki işbirlikçileri eliyle birbirine düşman edilen bir milletiz.

Gençlerini uyuşturucu baronlarının ellerine terk etmiş,
çocuklarının eğitim, sağlık ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayamayan;
gelişmiş dünyanın çoktan unuttuğu saçma konular yüzünden kutuplaştırılmış bir halkız.

Emeklisi aç, hastası tedavi edilemeyen, sınırları korunamayan, emeği sömürülen;
insanlık onuruna yakışır bir hayattan her geçen gün uzaklaşmış, ağız dolusu gülmeyi unutmuş,
ama yine de 85 milyon tek bir millet olan kardeşler olduğumuza inandım.

85 milyon vatandaşımıza sesleniyorum, Büyük Ortadoğu Projesi'nin ilk aşaması şuydu:

Rüşvet ve yolsuzluk yoluyla zenginleştirdikleri,
Teröre ve uluslararası suçlara bulaşmasını sağladıkları,
Ülkeyi toprak tavizleri vermek zorunda bırakacak kadar borçlandırdıkları,
"Tek Adam" rejimini kurmaktı.
Ve en önemlisi:
Ülkedeki bütün güçleri “teslim alabilecekleri” bir tek adamda birleştirmekti.

İlk faz tamamlandı.
Teslim aldıkları ve bütün güçleri üzerinde topladıkları “Tek Adam ve Saray Rejimi” kuruldu.
Hatırlayın! Çıkarlarımız gereği kabul etmediğimiz ilk tekliflerinde,
Trump, Erdoğan'a ne dedi?
“Mal varlığını araştırırım.”

Peki, teslim alınmış ve bütün yetkileri elinde bulunduran Saray ne yaptı?
İstediklerini derhal yerine getirdi.

Hatırlayın, Sayın Yargıç!
“Bu can bu bedende olduğu sürece o papazı vermem” diyen Erdoğan, ne oldu da bir anda çark etti?
Henüz mahkeme saati bile gelmemişken,
Rahip Brunson'ı götürecek uçak kapımıza çoktan yollanmıştı...

Sayın Yargıç,

Erdoğan ailesinin mal varlığı dolayısıyla dönemin ve şimdinin ABD Başkanı Trump tarafından tehdit edildiğini, Erdoğan'ın bu tehdide hemen boyun eğdiğini yalnızca biz değil, bütün dünya biliyor.
Egemen güçler tarafından teslim alınan bir devlet başkanının, kendi ülkesine hizmet edemeyeceği ise tarihin önümüze koyduğu bir başka gerçektir.

IŞİD terör örgütü ile petrol ticareti yapan damadına ait TIR konvoylarının uydu görüntüleri ve ticaret belgeleri, başka bir devlet tarafından kullanılarak Erdoğan'dan tavizler alınmıştır.
Damadı üzerinden Putin'in, çocukları üzerinden Trump'ın, çeteleri nedeniyle İsrail'in teslim aldığı bir Erdoğan ve ilk aşaması tamamlanmış bir Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) karşımızda durmaktadır.

Hiç kimse unutmasın ki:
Yolsuzluklara ve devleti soyanlara suskun kalanlar, onurlarını kaybederler.
Biz, onurlu insanlarız. Yolsuzluklar karşısında suskun kalamayız!
Beni en iyi, devleti soyanlar tanır. Çünkü onlar, beni susturmak için yedi sülalemi araştırdılar...

Sayın Yargıç,

Siyaset kurumu, devleti soymanın bir aracı değildir.
Siyaset, halka hizmet etmektir.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni bölme ve parçalama projesinin ikinci aşaması başlamış durumdadır.
Bakınız, Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) ikinci aşamasında, Türkiye alenen bir sığınmacı deposu haline getirilmiştir.

Ne yazık ki, para uğruna Türkiye'ye “Geri Kabul Anlaşması” imzalatılmıştır.


Sayın Yargıç, unutmayın:
Bir ülkeyi bölmek için önce o ülkeyi sığınmacı nüfusuyla büyütür, ekonomik olarak küçültür, yani yoksulluğu yaygınlaştırırsanız, emperyal güçlerin ekmeğine yağ sürmüş ve onların emellerine hizmet etmiş olursunuz.

Açıkça söylüyorum, bugün yapılmakta olan budur.

Sayın Yargıç,
Bakınız, bugün devletimiz borçlandığı her 100 lira karşılığında tam 135 lira faiz ödüyor.
Tekrar ediyorum, lütfen dikkat ediniz: Her 100 lira için 135 lira faiz ödüyoruz!
Bu gerçeği herkesin duyması ve bilmesi gerekiyor.

Daha birkaç yıl önce, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'ndan tam 128 milyar dolar buharlaştırıldı.
Evet, Sayın Yargıç, tekrar ediyorum:
Millete ait 128 milyar dolar, yandaşlara ve 5'li çetelere arka kapılardan satılarak yok edildi.

Bir vatansever için bu, ne kadar acı bir tablo değil mi?

Bugün devletimiz, borçlanmaya devam ediyor ve artık borçlarımızı ödeyemez hale geliyoruz.
Bunun ekonomi bilimindeki en basit karşılığı şudur: “Para alan, emir alır.”

Eğer borçlarınızı ödeyecek paranız yoksa, elimizde kalan en değerli şeyleri – topraklarımızı, kaynaklarımızı – vermek zorunda kalırsınız.

Kısa, öz ve doğrudan söylüyorum:
Erdoğan, Kıbrıs ve Ege'de tavizler verecek!
İlk yıllarında bile bunu açıkça dile getirmişti:
"Gerekirse Kıbrıs'tan toprak verebiliriz" diyen Erdoğan,
"Emir komuta merkezim isterse papaz elbisesi giyerim" diyen Erdoğan,
"Hem laik hem Müslüman olunmaz" diyen Erdoğan,
"Valilere çukurlar eşilirken, dokunmayın talimatını ben verdim" diyen Erdoğan,
"Ne istediler de vermedik, bitsin bu hasret, dön gel" diyen Erdoğan,
Kurucu irademiz ve liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e "Ayyaş" diyen Erdoğan...

Sonuçta Erdoğan, ülkemiz, devletimiz, birliğimiz ve geleceğimiz için ciddi bir tehdit ve tehlikedir.

BOP'un 2. Aşaması Kıbrıs ve Ege'den toprak vererek tamamlanmayacak Sayın Yargıç!
Devam edecek…

Ülkemize sokulan milyonlarca sığınmacı, sayıları belli olmayan, geri kalmış ülkelerden gelen ve içlerinde çok sayıda cihatçı barındıran, eğitimsiz ve kayıtsız bu nüfus, emperyalistlerin Erdoğan eliyle ülkemizde oluşturduğu korkunç tablonun en büyük göstergesidir.

Bu, bekâ sorunudur!

Sayın Yargıç, söylediklerimi dikkatle kayda geçirin!
İç karışıklık, dış müdahale zeminini oluşturur.
Yakın tarihte, her zaman böyle olmuştur:

Ekonomisi zayıflamış, hatta çökmüş,
Sınırlarını koruyamayan,
Adalet sistemi tek adama bağlanmış,
Denetleme mekanizması yok edilmiş,
Şeffaflık ve hesap verebilirlikten yoksun,
Liyakat ve ehliyete göre değil, biat ve itaat edenlerin devlet kademelerine geldiği bir sistem sürdürülemez.

Irak'ın işgalini hatırlayın lütfen!
O dönemde, başkanlık sistemi denen ucube Saray rejimi henüz yoktu.
Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak'ı işgal etme talebi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiş,
Amerikan askerlerinin ülkemize girişi engellenmiştir.

O dönemde güçler ayrılığı vardı, tek adam rejimi yoktu.

Peki, o dönemde şu anki Başkanlık rejimi olsa ve Erdoğan Başkan olsaydı,
Sizlere, vicdanlarınıza ve kamuoyuna soruyorum:
Erdoğan, bu tezkereye “Hayır” diyebilir miydi?
Tabii ki hayır!

Tekrar hatırlayın, o dönemde Erdoğan, “Amerikan askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyordu.”

Güçler ayrılığının olmadığı, teslim alınabilecek – tekrar ediyorum – yasadışı malvarlığı dolayısıyla teslim alınabilecek tek bir kişi üzerine kurulu bu ucube sistem, ülkemiz için beka sorunudur.

Ben Kemal Kılıçdaroğlu!
75 yaşındayım.
Hayatım boyunca alnımın teriyle kazandım,
Çocuklarımı helal lokmayla büyüttüm.
Maaşımdan biriktirdiklerimle satın aldığım,
Ve şu anda içinde yaşadığım evimin dışında,
Kooperatife girerek edindiğim, Ankara'nın Büğdüz köyündeki evimden başka hiçbir mal varlığım yoktur.
Çok büyük bütçeler yönettim,
Her zaman ve her adımımda fakir-fukaranın parasını ve çıkarını gözettim.
Milletimi ve devletimi her zaman sevdim,
Onlara sadakatten hiç ayrılmadım.

Bütün yaşamım boyunca parayla hiç işim olmadı, dönüp yüzüne bile bakmadım.
Terör örgütü PKK tarafından kurşunlandım,
Kucağımda şehit verdim.
Defalarca suikastlara, linçlere ve saldırılara uğradım.
Canımla sınandım, geri adım atmadım.
Ailemle ve çocuklarımla tehdit edildim, oralı bile olmadım.
Para ve zengin bir hayat vaat ettiler,
Satılmadım-satın alınamadım.
Hiçbir zaman teslim alınmadım.

Sayın Yargıç,
Bunu Aziz Milletimiz bilsin:
Devletimi ve milletimi sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedim ve vazgeçmeyeceğim.

Ben Kemal Kılıçdaroğlu,
Hatalarım, pişmanlıklarım ve üzüntülerim yok mu?
Tabii ki var.

Sayın Yargıç,
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, vasiyet olarak "Kılıçdaroğlu'nu aileme emanet ediyorum" diyen milliyetçi ve vatansever diye bildiklerimiz, işbirlikçi çıktı. Onlara inandığım için hata ettim, evet hatalıyım.

Bu kadar kötü olabileceklerini tahmin edemedim.
Pişmanım.

Kurulan müesses nizamı ve ülkenin içine girdiği bu tehlikeyi daha iyi anlatamadım,
Milletimizi ikna edemedim.
Sahte videolarla sahtekarlık yapanlarla daha çok mücadele edemedim.
Üzgünüm Sayın Yargıç,
Çocukları sorduğunda hep unutkan, sofraya oturulduğunda hep karnı tok olan anneler için üzgünüm.

Beslenme, eğitim ve sağlık problemi yaşayan,
Katledilen, taciz ve tecavüze uğrayan,
Sevilmeyi ve gülmeyi unutan ve yatağa aç giren her bir evladımız için üzgünüm, kahroluyorum,
Yüreğime ağır geliyor.

Torunlarına mahçup olan, faturasını ödeyemeyen emeklilerimiz için üzgünüm.
Evet, üzgünüm Sayın Yargıç,
Daha birkaç gün önce yokluktan ve yoksulluktan dolayı yanarak can veren 5 evladımız için üzgünüm.

Gece mesailerinde çalışan, orada çıkan meyveyi yemeden çocuğuna götüren,
Gece mesaiye kaldığı için evine geç giden,
Kendi gittiğinde çocuğu uyumuş olan ve sabah erken işe giderken yine çocuğunun yüzünü göremeyen emekçi anne-babalarımız için üzgünüm.

Yurtdışına kimisi kaçak yollarla, kimisi uzun uğraşlarla giden 300 bin genç için üzgünüm.

Onlar bizim geleceğimiz, Sayın Yargıç!
Onları "Giderlerse gitsinler" diyen Erdoğan'a mecbur bıraktığım için çok üzgünüm.

Okumuş, yetişmiş, zeki, pırıl pırıl 300 bin genç, Sayın Yargıç.
Peki, yerine gelen kim?
Ne idiği belirsiz milyonlarca eğitimsiz sığınmacı.
Emperyalistler çocuklarımızı bile elimizden aldı.

Afrika kabilelerinde bir söz vardır:
"Köyün ve ailesinin sevgisini alamayan bir çocuk, ısınmak için o köyü yakar."
İşte Sayın Yargıç, o çocukları tekrar kazanamazsak, bizi yakarlar.

Sizlerin ve tarihin önünde ifade etmek istiyorum:
Kararlıyım!
Bu gelişen dünyanın gerisinde bırakanlarla mücadele etmeye kararlıyım.
Herkes bilsin ki, bu Aziz millete tarih önünde son vazifemi yerine getireceğim.
Bu benim namus borcum ve son yürüyüşümdür.

Konuşmamı bitirirken, Sayın Yargıç,
Şunu herkes bilsin ki;
100 yıl sonra bir kere daha söylüyoruz:
Ne bu devleti ne de bu milleti,
"Köhne Bizans'ın Yıldız Burcunda oturan baykuş" özentilerine bırakmayacağız.

Ve buradan milyonlar adına sesleniyorum,
Başta Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere,
Bütün kuvvacı kahramanlara selam olsun,
Selam olsun,
Canını hiçbir zaman sakınmamış bütün vatanseverlere,
Atatürk ve Cumhuriyet'e bağlılık yemini ettiği için ihraç edilen Genç Teğmenlere,
Yurtdışına çıkmış ama geri döneceklerine inandığım 300 bin gencimize,
Ulusal kurtuluşumuza,
Güzel ve aydınlık günlere selam olsun.

Yaşasın Türkiye, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

sultan süleyman

bigcoder
Kaf'tan kaf'a hükmederdi bir zaman
Davutoğlu Sultan Süleyman öldü efendim
Omuzuyla Kaf Dağı'nı kaldıran (efendim)
Hamzayla kahraman pehlivan öldü
(Efendi gül yüzlüm o can da öldü)
Medet Allah medet beyim onlar da öldü oy oy

Haniya bu dünya benim diyenler
Geldi geçti de milyonunan altın sayanlar efendim
Hiç bilinmez adam eti yeyenler (efendim)
Koca devler öldü Şahmeran öldü
Efendi gül yüzlüm o can da öldü
Medet Allah medet beyim onlar da öldü

Dünya kalsa Muhammed'e kalırdı
Can satın alsaydı da Nemrut alırdı efendim
Çıkmayan canlara da derman bulurdu (efendim)
Hekimler hekimi Lokman da öldü
Efendi gül yüzlüm o can da öldü.

eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

bigcoder
Sene 341 nefsime uydum
(Yıl 1341 nefsime uydum)
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize mesken oldu Sinop'un hanı
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşıki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı Varilcioğlu
Beş yüz atlı ile kestiler yolu
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

ölüm oldukça

bigcoder
Ölüm Oldukça · Murat Yilmazyildirim






sözleri;

Gecenin adı uykudan gelir
Tadım kaçınca adım beni ele verir
Aşk olmayınca güneş geri çekilir
Aşk olmayınca güneş geri çekilir
Yokluğun acı kalbimden iner
Kanım yanınca acım sana geçer
Düş kurmayınca hayat uykuda geçer
Düş kurmayınca hayat uykuda geçer
Yanlıştı her şey yanmıştı dünya
Ölüm oldukça bomboştu kader
Yanlıştı zaman yanmıştı cennet
Ölüm oldukça sarhoştu kalpler
Vazgeçtim artık ebediyet illetinden
Aşk ve acıyla tek tek vedalaştım
Ömür bitince tümden kaybolur düşler
Ömür bitince tümden kaybolur düşler
Yanlıştı her şey yanmıştı dünya
Ölüm oldukça bomboştu kader
Yanlıştı zaman yanmıştı cennet
Ölüm oldukça sarhoştu kalpler
Yanlıştı her şey yanmıştı dünya
Ölüm oldukça bomboştu kader
Yanlıştı zaman yanmıştı cennet
Ölüm oldukça sarhoştu kalpler
Yanlıştı her şey
Yanmıştı dünya
Ölüm oldukça
Bomboştu kader
Yanlıştı zaman
Yanmıştı cennet
Ölüm oldukça
Sarhoştu kalpler

eylen yolcum eylen

bigcoder
Eylen Yolcum · Kızılırmak türküsü





sözleri;
Eylen yolcum eylen bir su vereyim
Susuz çöller aşmadın mı yaralı
Hüseynim cemali vardır yüzünde
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
Hüseynim cemali vardır yüzünde
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
Ben de ayrı düştüm sevdiklerimden
Ok yedim zamane yezitlerinden
Dileğim var kerbelanın gülünden
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
Dileğim var kerbelanın çölünden
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
Sensin Zeynel canım Kabe dediğim
Sana gelen oklar sinemi deldi
Bak ben de susuzum o günden beri
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
Bak ben de susuzum o günden beri
Beni mahrum etme dost ellerinden Şah yollarından
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol